2.12.09

Üç Ayak

Aslında oyun çok basitti.

Sistemi “üç ayak” üstüne kurmuşlardı.

Ordu, yargı, medya.

Ve, bunlar gerçekle hiç alakası olmayan bir Türkiye tablosu çizip insanları buna inandırmaya çalışıyorlardı.

28.11.09

Biri bunu bana izah etsin!

Hukuk, kanun, içtihad, yargı kararı, şu bu... Bunlara aklım ermez. Hukukçu değilim. Anayasadan çakmam. Yasaların neye istinat ettiğini bilmem...

Bildiğim şudur:

Danıştay, “1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun ilgili maddeleri gereği yükseköğretim kurumlarına ortaöğretim kurumlarını bitirenlerin nasıl gireceği Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapılarak Yükseköğretim Kurulu tarafından saptanır” demiş mi?

Demiş.


3.10.09

Namaz

Bir lise öğrencisi, kız arkadaşıyla birlikte tren yolunda yürürken geçirdiği kaza sonucu ölmüş.

Ölen, bir köy çocuğu herhalde.

Cenazesini köye götürmüşler.

Çocuğun okuduğu okulun müdürü de cenazeye gitmiş....

15.8.09

Fenerbahçe neden Ajax kadar olamadı?

Eskişehirspor'un müesses nizama başkaldırdığı yıllardı. Şampiyonluk iddiasıyla açılan bir sezonun Eskişehir'deki ilk maçında, misafir Altay'dı...

3.8.09

Karl Jenter Kiti'nin İçindekiler

Not:Bu yazı http://www.cornwallhoney.co.uk/beepedia/jenterpieces.htm adresindeki makalenin Türkçe tercümesidir.

Jenter Kitini kurmak ve ana arı üretebilmek için aşağıdaki parçaları yakından tanımanız gerekmektedir. Aşağıdaki resimleri inceleyin ve sizin Jenter Kitiniz'de de aynı parçaların olduğundan emin olun.

Roller Cage: Silindir Kafes


Queen Laying Box:Ana Arı Yumurtlama Kafesi

Cell Cup Holder:Hücre Kabı Taşıyıcısı

Rear Cell Cover:Arka Hücre Kapağı
Cage Frame: Kafes Çerçevesi
Laying Comb: Yumurtlama Peteği
Cage Front: Kafes Önü

Cell Carrier: Hücre Taşıyıcı

Insert Cells: Ekleme Hücreler

Cell Cups: Hücre Kapları

Karl Jenter Kiti'nin Montajı

Not: Bu yazı http://www.cornwallhoney.co.uk/beepedia/jenter1.htm adresindeki makalenin Türkçe tercümesidir.

Karl Jenter Kiti ya da kısaca 'Jenter Kiti' kendi ana arılarınızı yetiştirmek için kolay ve verimli bir yol sunar. Benzer tekniklere karşı pek çok avantajı vardır. Larvaya dışarıdan müdahele etmek zorunda kalmadan istediğiniz kadar ana arı üretebilirsiniz. Bunun yanında yumurtaların yaşından da emin olursunuz.

Ancak, Jenter Kitini ilk defa kullanmak zor görünebilir. Bu yüzden siz arıcılar için bu süreci kolaylaştırmak üzere her şeyi adım adım açıklayan bu rehberi hazırladık.

Hazırlık: Jenter kitinin içinde pek çok parça bulacaksınız. Aşağıdaki resimde görülen parçaların sizde de olduğunu kontrol edin.
Bunların yanında bir takım aletlere de ihtiyacınız olacak. Bir testere, çekiç, keskin bir bıçak, tel makası, metre, lehim lambası, destek için bir tahta çubuk ve bir kaç çivi. Aşağıdaki resimde gereken bu aletleri görebilirsiniz.


Daha sonra aşağıdaki resimde görüldüğü gibi,birleştirdiğiniz ek hücre ve hücre kabını, hücre taşıyıcıya monte edin.


Kafesin Yerleştirilmesi:

Jenter kafesi, petekleri arılar tarafından belirgin hale getirilmiş bir yavrulama çerçevesine monte edilmelidir. Bu yöntem arıların kafesi kabullenmelerini kolaylaştıracak ve ana arı üretim sürecini hızlandıracaktır.

Çerçeveyi, kafesi şablon olarak kullanarak ısıtılmış keskin bir bıçakla kesin. Kafesin alt tarafında ahşap desteklere yer kalması için de kesim yapın. Sonunda çerçeveniz aşağıdaki resimdeki gibi olmalıdır.

Kesilmiş petek parçasını çıkartın. Kafesi boşluğa monte edin. Bu esnada çerçevenin üst çıtasının yontulması gerekebilir. Kafes oturunca üst çıtaya çiviyle sağlam bir şekilde çakın.

Şimdi kafesi tam olarak oturtmak için alt çıtayla kafes arasına ahşap destekleri yerleştirin ve çiviyle sağlamlaştırın. Kafesin ön ve arka görünüşü artık sırasıyla aşağıdaki resimdekiler gibi olmalıdır.


Hücre Taşıyıcıların Montajı:

Şimdi hücre taşıyıcıları monte edebilirsiniz. Bunun için iki yol vardır, ve seçim tamamen bir arıcı olarak sizin kişisel tercihlerinize bağlıdır. Taşıyıcıları ana arı kafesi bulunan bir çerçeveye tek sıra raf şeklinde koyabilirsiniz. Rafın takılması için yan çıtaların iç kısmında testereyle ufak girintiler oluşturmanız yeterli olacaktır. Eğer çerçeveniz yeterince büyükse iki sıra raf da koyabilirsiniz. Aşağıdaki resimde tek raflı bir sistem görünüyor.

Ayrıca hücre kaplarını silindir kafes içinde özel üretim yavrulama çerçevelerine de takabilirsiniz. Montaj işlemi aşağıdaki resimden anlaşılabilmektedir.

Jenter Kitinin montaj işlemlerini tamamladınız. Ancak henüz ana arı üretimine başlamadınız. Bir sonraki yazımızda bu işleme değineceğiz.

25.7.09

Üniversitelere Lise Mezunları Alınmasın

Cumhuriyet Gazetesi Baş Yazarı Sayın İlhan Selçuk, 23 Temmuz tarihli yazısında YÖK'ün katsayı uygulamasına getirdiği değişikliği eleştirmiş. Sayın Selçuk'a göre bu katsayı değişikliğiyle imam-hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girmelerinin önü açılıyormuş. İmam-hatip liselerinde verilen "bilim dışı" eğitimle yetişen gençlerin, üniversitedeki "bilim" ortamına bir katkı sağlayamayacaklarını, bu yüzden de onların üniversitelere girmemeleri gerektiğini ifade etmiş.

Sayın Selçuk'a bu görüşlerinde katılmamak elde değil! Bilim dışı bir şekilde yetiştirilen gençlerin bilime katkı yapmalarını beklemek saflıktan öte bir şey olamaz. Ancak Türkiye'de bilim dışı eğitim, acaba sadece imam-hatiplerde mi yapılıyor? Aşağıdaki satırlar bize bir şeyler ifade edecek mi acaba?

....
Birçok gözlemden sonra, anladım ki öğrenciler her şeyi ezberlemişti. Fakat ezberlediklerinin ne demek olduğunu bilmiyorlardı. "İndisi olan bir ortamdan yansıyan ışık" sözünü işittiklerinde bunun su gibi bir madde olduğunu bilmiyorlardı......Tamamen ezbere dayalı olarak biliyorlardı her şeyi. Hiçbirşeyi uygulanabilir düzeye taşıyamıyorlardı.
.....
Mühendislik bölümünün giriş sınavlarından birine gittim. Sözlü bir sınavdı bu. Dinlememe izin verdiler. Sınava giren öğrencilerden birisi gerçekten harika idi. Bütün soruları doğru cevaplıyordu. Jüridekiler diamagnetizmin ne olduğunu sordular, mükemmel cevapladı. Sonraki soru "Bir ışık ışını n indisli ve belli bir kalınlığı olan paralel yüzlü bir maddeden belli bir açıyla geçerse ışığa ne olur?"

"Giren ışına paralel fakat aynı doğru üzerinde olmayan bir ışın olarak çıkar efendim."
"Giren ışına göre ne kadar kaymış olarak çıkar?"
"Bilmiyorum efendim, ama hesaplayabilirim." Oturup hesapladı. Çocuk çok iyiydi fakat bu beni şüpheye düşürmüştü.

Sınav sonrası bu genç adamın yanına gittim. Ona.... bir kaç soru sormak istediğimi, bu soruların sınav sonucunu etkilemeyeceğini söyledim. İlk sorum "Bana diamagnetik madde için örnek verebilir misin?"idi.
"Hayır"
"Varsayalım ki kitap camdan yapılmış ve onun arkasından masanın üstündeki herhangi bir şeye bakıyorum. Eğer camı biraz çevirirsem görüntü nasıl olur?"
"Görüntü camı çevirdiğiniz açının iki katı kadar sapar efendim."
"Sakın ayna ile karıştırmış olmayasın"
"Hayır efendim!"
Ona sorduğum soru sınavda ona sorulan sorunun aynısı idi. Sınavda ışığın kendine paralel çıkacağını söylemişti ve hiçbir açıdan bahsetmemişti. Üstelik ne kadar sapacağını dahi hesaplayabilmişti. Ama camın indisi olan bir materyal olduğunu ve sorumun ona sorulanın bir uygulaması olduğunu farkedememişti.
......
Onların yapmasını sağlayamadığım bir diğer şey de soru sormaları idi.......Onlara, beraber çalışmanın, tartışmanın, konu üzerinde konuşmanın ne kadar yararlı olduğunu anlattım, ama bunu da yapmayacaklardı. Çünkü birisine soru sorsalar itibarları sarsılır sanıyorlardı. Çok yazık!
Hepsi yaptıkları işlere göre akıllı insanlardı ama kendilerini bu komik düşünceye hapsetmişlerdi. Bu acayip, kendince yeterli eğitim türü tamamen anlamsızdı.

Korkmayın, burada Türkiye'den değil Brezilya'dan bahsediyor Nobel ödülü sahibi ünlü fizikçi Richard Feynman. Ama Türkiye'yi de ziyaret etme ve bizim eğitim sistemimizi inceleme fırsatı bulabilmiş olsaydı, herhalde Brezilya için kullandıklarından daha acımasız sözcükler kullanmak zorunda kalırdı.

Bilimsel eğitimin neden ve nasıl yapılması gerektiğini de şöyle açıklıyor ünlü fizikçi:
....
Salon tamamen doluydu. Konuşmama bilimin doğayı anlamak olarak tanımlanabileceğini söylemekle başladım. Sonra sordum: "Bilim öğretmek için iyi bir sebep acaba ne olabilir? Tabii ki her ülke kendisini medenileşmiş sayabilmesi için ...vs.vs.vs!" Herkes orada oturmuş başıyla onaylıyordu. Çünkü böyle düşündüklerini biliyordum.
Sonra dedim ki: "Bu kuşkusuz çok saçma. Çünkü neden başka bir ülke ile yarışmak için yapalım bunu? Bunu sadece başka ülkeler yaptığı için değil de, daha iyi, daha anlamlı bir sebep için yapmak gerekir." .....Sonra "Konuşmamın asıl amacı size Brezilya'da bilim öğretilmediğini göstermekti!" dedim.
.....
En sonunda hiç kimsenin böylesi içine kapalı bir eğitim sistemiyle, sadece ve sadece sınav geçmeyi öğreterek eğitilebileceğini düşünmediğimi söyledim.

Feyman'ın Brezilya için yaptığı değerlendirmeler ülkemiz eğitim sistemi için de aynen geçerli. Türkiye'de de ilk okuldan liseye kadar içine kapalı, sadece ve sadece sınav geçmeye yönelik, "bilim dışı" bir eğitim verilmektedir. Sayın İlhan Selçuk'un da haklı olarak belirttiği gibi bu bilim dışı kurumlarda yetişen hiç bir Türk gencinin de bilimsel üniversite ortamında başarılı olmasını beklememek gerekir. Dolayısıyla YÖK bundan sonra tüm Türk liselerinden mezun olan öğrencilerin üniversiteye girmelerini engelleyecek önlemleri almakla yükümlüdür!

Şimdi "biz bu ülkenin liselerinden mezun olduk ve üniversiteyi de gayet başarılı bir şekilde bitirdik" diyecek arkadaşlar; sizler de bir üniversiteden değil, olsa olsa bir çeşit yüksek meslek lisesinden bitirme belgesi almışsınızdır.

Bkz. Feynman, R.P "Eminim Şaka Yapıyorsunuz, Bay Feynman", Çeviren Doç.Dr. Tuncay İncesu, sf. 222-227, Evrim Yayınları, Mayıs 2000

15.7.09

CHP'li Kılığına Girdim

Son günlerde "kılık değiştirme gazeteciliği" pek gözde ya, ben de "CHP'li" kılığına gireyim dedim... Fotoğraf çektiremediğim için kuru kuru okuyacaksınız, kusura bakmayınız.
Önce bakkala telefon ettim...

13.6.09

Halil Berktay

Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi
1947'de doğan Doç. Dr. Halil Berktay, liseyi Robert Kolej'de okudu. Ekonomi okuduğu Yale Üniversitesi'nden, lisans ve yüksek lisans derecelerini 1968 yılında daha sonra yöneldiği Tarih'te ise doktorasını Birmingham Üniversitesi'nden 1991 yılında aldı. Türkiye'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Tarihi ve İktisadi Doktrinler kürsüsü ile ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümlerinde öğretim üyeliği yaptı. Ayrıca yurtdışında, Birmingham Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi'nde ders verdi. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü müdür yardımcılığında bulundu. Ana Britannica ansiklopedisinin, Europalia sergi projelerinin tarih danışmanlığını yaptı. Esas uzmanlık alanı, 20. yüzyıl Türk milliyetçiliği ve milliyetçi historiyografisidir. Bunun dışında, gerek Avrupa ortaçağ tarihinin, gerekse Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihinin karşılaştırmalı bir perspektif içinde yeniden düşünülmesi sorunuyla da uğraşageldi. Son yıllarda Türk ulus-devletinin ve ulusal belleğinin inşası üzerinde yoğunlaşıyor. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfi ile Helsinki Yurttaşlar Derneği kurucu üyesidir. Toplumsal Tarih dergisinin yazı kurulunda, Journal of Peasant Studies'in yayın danışma kurulunda yer alıyor. Taraf gazetesinde yazılarına devam ediyor

....

Kendisini tarihsel sosyoloji ile karşılaştırmalı tarih arasında bir yerlerde duran interdisipliner bir insan olarak tanımlayan Berktay, özel olarak historiografiyle uğraştığını belirtiyor:
"Benim birincil kaynaklarım tarihçilerin, özel olarak 20. yy Türkiye tarihçilerinin yazdıklarıdır. Tarihçilerin yazdıklarını okuyup onlardan bir sentez ve derleme yaparak Osmanlı toplumu şudur veya Avrupa ortaçağ toplumu budur demek için değil. Tarihçilerin okuduklarını inceleyip, bu tarihçilere bunları neler söyletiyor, bunun ardında ne gibi ideolojik, politik gündemler var, ne gibi adı konmamış alt söylemler var şeklinde bir söylem analizini devreye sokarak tarihçiliğin tarihini yapmak açısından tarihçilerin yazdıklarını okuyan bir insanım. Birincil kaynak olarak doğrudan doğruya tarihçilerin kendi yazdıklarını kullanıyorum ve onları historiografik bir okumaya tabi tutuyorum."

Belli bir konuyu araştırmak için okumak ile bütünsel söylemi ve mesajı anlamak için okumak arasında çok büyük bir fark bulunduğunu belirten Berktay, historiografik okumanın bütünsel ve dolayısıyla diğerine göre çok daha zahmetli bir iş olduğunu vurguluyor.

...
Berktay, bilimsel idealini Avrupa tarihi dışındaki alanların, tarihyazımının ana mecrasına uygun bir bilimsel sentaksa kavuşturulup evrensel tarihe entegre edildiğini görmek ve buna katkıda bulunabilmek olarak özetliyor:
"Avrupa'nın 15. yy sonlarından başlayarak dünyada sadece askeri, maddi, politik bir hegemonya değil, aynı zamanda ideolojik, düşünsel, bilimsel bir hegemonya kazanması ile bağlantılı olarak günümüzün tarihçiliği ve sosyal bilimleri de esas olarak Avrupa merkezli bir tarzda tanımlanmış durumda. Bunu her alanda hissediyoruz. Tipik bir örnek, benim uğraştığım feodalizm konusu; Avrupa tarihçileri bir çekmece açıyorlar, üzerine feodalizm yazıyorlar, içine de o Avrupa ortaçağ toplumunun fotoğrafını sokuyorlar ve buna feodalizm kategorisi diyorlar. Ondan sonra, Avrupa dışı toplumlarla ilgili bilgi arttıkça, bu kategorinin, bu çekmecenin darlığı zorlanmaya başlıyor ve fiyef sistemleri olan başka toplumlar da hesaba katılmak isteniyor; Japonya, Çin, Osmanlı derken çekmece almamaya başlıyor. Çekmece zaten onları alacak şekilde tanımlanmamış. Aslında çekmeceyi çıkarmak, parçalamak ve baştan kurmak, daha geniş bir çekmece yapmak lazım. Yani var olan eurocentrist kategorilerin içine daha sonra öğrenilen Avrupa dışı olguları tıkıştırmaya kalkışmakla olmuyor. Entelektüel kategorilerin yeniden inşası gerekli."

http://www.tarihvakfi.org.tr/icerik.asp?IcerikId=53

22.5.09

Rasyonel Abi

Soru: Değerli Rasyonel Bey, ben CHP Ankara il teşkilatı üyesi, 57 yaşında emekli bir memurum. Son derece özverili bir şekilde, gecemizi gündüzümüze katarak çalışmamıza rağmen, Ankara Büyükşehir Belediyesi seçimlerini sürekli kaybetmemize bir türlü anlam veremiyorum. Acaba partimiz teşkilatı üzerine büyü yapılmış olabilir mi? (Rumuz: Umutsuz)

Cevap: Vah Değerli Umutsuz Bey Vah...Keşke bana bu soruyu seçimlerden önce sormuş olsaydınız da, rasyonel bir bireyin ağzına asla yakışmayacak "büyü mü yaptılar acaba" gibi sözleri kullanmak durumunda kalmasaydınız. Üstelik bana şimdi böyle bir soru yerine, teşekkür mesajları atıyor olacaktınız. Ama hiç değilse bundan sonrası için aşağıda anlatacaklarımı iyi dinlemenizi öneririm.

CHP'nin Ankara'da neden sürekli kaybettiğini anlayabilmek için, Rasyonel Seçme Teorisinin (Rational Choice Theory) (seçme yerine seçim denilir genelde ama konumuzla ilgili olan "seçimle" karışmasın diye seçme dedim) temel taşını oluşturan Açığa Vurulmuş Tercihlerin Zayıf Aksiyomu, kısaca AVTZA (Weak Axiom of Revealed Preference-WARP)'nu bilmek gerekir.

AVTZA'yı basitçe örneklersek, rasyonel bir birey pazara gittiğinde karşısında elma, portakal ve muz varken; sepetine 2 elma, 3 portakal atıyorsa, bir sonraki hafta karşısında yine aynı meyvaları görürse yine 2 elma, 3 portakal atacaktır. Bu bireyin sepetini değiştirebilmek için farklı meyvelerin pazara gelmesi gerekir. Bir sonraki hafta pazara kivi gelirse, bu bireyin tercihini değiştirme olasılığı söz konusudur. Yoksa aynı meyvelerden oluşan bir pazarda rasyonel birey Açığa Vurulmuş Tercihini değiştirmez.

Gelelim Ankara'ya. 1994'te yapılan seçimlerde, seçmen Karayalçın ve Gökçek arasından, Gökçek'i seçmiştir. 1999'a geldiğimizde yine aynı adayları karşısında gören seçmen yine aynı kişiyi seçmiştir. 2004'e geldiğimizde yine aynı adaylar, yine aynı sonuç.

2009'a geldiğimizde ise ne olmuştur? CHP rasyonellik ilkelerini çiğnercesine daha AKP adayını açıklamadan Karayalçın'ı aday olarak gösterip seçimi adeta kaybetmek istediğini hissetirmiştir. AKP teşkilatı da kendilerine altın tepside sunulan belediye başkanlığını reddetmemiş, ve AVTZA'dan hareketle kendilerine seçimi kazanmayı %100 garantileyecek aday olan Gökçek'i tekrar aday göstermişler ve mutlu sona ulaşmışlardır.

Evet Kıymetli Umutsuz Bey, durum bu şekilde. Şimdi, anlattıklarımı iyi anlayıp anlamadığınızı sınamak için küçük bir sınav yapacağım.


Veri 1: Baykal, Bahçeli, Cindoruk ve Tayyip'in katıldığı 2002 genel seçimlerini Tayyip kazanmıştır
Veri 2: Baykal, Bahçeli ve Tayyip'in katıldığı 2007 genel seçimlerini yine Tayyip kazanmıştır.

Soru:Yukarıdaki veriler ışığında seçmenin rasyonel davrandığını AVTZA'yı kullanarak ispatlayınız.
Soru: Seçmenin rasyonel olduğu kanıtlandığına göre aşağıdakileri cevaplayınız.

-Yapılacak bir sonraki genel seçimlerde aşağıdakilerden hangisi Tayyip'in karşısına çıkarsa kesinlikle kaybeder?
a)Baykal
b)Bahçeli
c)Cindoruk
d)Hepsi

- Baykal, Bahçeli ve Cindoruk'un katılacağı bir sonraki seçime aşağıdakilerden hangisi de katılırsa kesinlikle kazanır?
a)Rasyonel Abi
b)Fatih Sultan Mehmet
c)Hülya Avşar
d)Tayyip


Sevgili Umutsuz Bey, yukardaki soruları doğru cevaplarsanız bir sonraki seçim için umutlanabilirsiniz, ama cevaplayamazsanız sizin için Rasyonel Abi'nin yapabileceği bir şey maalesef kalmamış demektir, üzgünüm.

15.5.09

Theodor Herzl

(2 Mayıs 1860-3 Temmuz 1904) Siyasal siyonizmin fikir öncüsü, Yahudi asıllı Macar gazeteci.

Budapeşte'nin Peşte kısmında doğan Herzl, 18 yaşında ailesiyle birlikte Viyana'ya taşındı. Burada hukuk eğitimi almasına rağmen, gazetecilik ve edebiyat üzerine yoğunlaştı. "Neue Freie Presse" gazetesinin Paris muhabirliğini yaparken, Londra ve İstanbul'u ziyaret etti. Aynı yıllarda Almanya'da bağımsız milliyetçi akımların temsilcisi olan "Burschenschaft" oluşumuyla yakın ilişkileri oldu. Yahudilikle ilgili olmayan ilk çalışmaları, siyasi olmaktan çok tanımlayıcı ve objektif nitelikteydi.

Paris'te muhabirlik yaptığı dönemde ortaya çıkan "Dreyfus Davası (1894) "nı yakından izledi. Almanlara ajanlık yaptığı suçlamasıyla yargılanan yahudi asıllı Fransız subayı Alfred Dreyfus'un mahkumiyetiyle sonuçlanan bu dava, halk arasında yahudiler aleyhine büyük tepkiler doğmasına sebep oldu. Bu tepkilerden etkilenen Herzl, 1896 yılında "Der Judenstaat (Yahudi Devleti)" isimli kitabını yazdı. Bu kitapta yahudilerin olduğu her yerde anti-semitizmin de olacağına işaret eden Herzl, bu baskıdan kurtulmak için ayrı bir yahudi devletinin kurulması gerektiğini ifade etti. Kitabının ingilizceye çevirilmesiyle en büyük desteği İngiltere'deki yahudilerden gören Herzl'in taraftarları da günden güne artmaya başladı.

Fikirlerini fiiliyata çevirmek üzere, 1896 yılında İstanbul'a geldi. Osmanlı Sultanı 2. Abdulhamid'den para karşılığında Filistin topraklarını talep etti. O dönemde ekonomik sıkıntılar yaşayan Osmanlı Sultanı'ndan beklemediği bir cevap alan Herzl, 1897 yılında daha organize olmak amacıyla Viyana'da "die Welt (Dünya)" oluşumunu kurdu. Basel'de Birinci Siyonist Kongresi'nin toplanmasını sağladı. Ardından diplomatik ilişkilerin geliştirilmesine hız verdi. Alman Kralı'nı defalarca ziyaret etti. Osmanlı Sultanı, Herzl'in Kudüs'te halka hitap etmesine izin verdi. Lahey Konferanslarında katılımcılardan ılımlı tepkiler aldı.

1902-03'de İngiliz Krallığı'ndan aldığı davetle gittiği İngiltere'de hükümetle yakın temasa geçti. Dönemin sömürgelerden sorumlu bakanı Joseph Chamberlain vasıtasıyla, Mısır Hükümeti'nden, Sina Yarımadasında bulunan El-Aşir kentinden toprak kiralamayı talep etti. Talebi yine reddedildi.

Bu girişimin ardından, yahudi asıllı İngiliz gazeteci L.J. Greenberg'in de öncülüğünde, o dönem ingiliz sömürgesi olan Uganda'da bir yahudi devleti kurulması için faaliyetlere girişti. Bu girişimlerini neticelendiremeden Edlach-Avusturya'da geçirdiği bir kalp krizi neticesinde vefat etti. Naaşı 1949 yılında Viyana'dan Kudüs'teki Herzl Anıtına taşındı.

Hayatının son dönemini adadığı Uganda Projesi ise, ölümünden sonra gerçekleşen ilk siyonist kongresinde, "yahudilerin tek vatanı ancak tarihi israil topraklarıdır" denilerek reddedildi.

2.5.09

Devrimin Şanlı Yolunda

Dün 1 Mayıs İşçi Bayramı'nı 81 vilayet, Lefkoşe ve yurt dışı temsilciliklerde coşkuyla kutladık. Devrimci arkadaşlar, bir yumrukları havada, marşlar eşliğinde sloganlar attılar. Yarım asırdır ismi var cismi yok şanlı devrimin artık kesinlikle gerçekleşmeyeceğine kanaat getiren devlet büyüklerimiz, işçiler eğlensin mahiyetinde 1 Mayıs'ı resmi tatil ilan ettiler. Seneye de sembolik manada işçiler bir günlüğüne holding patronu ya da TÜSİAD başkanı filan olurlar, böylece arkadaşlar da kendi kendilerini avutup, devrimin şanlı yolunda naralar atıp ilerlemeye devam ederler.

Sosyalist devrimci arkadaşlar bu yolda ilerlemeye devam etsinler, ancak Türkiye'de tamamen başka bir alanda yeni bir devrimin ayak sesleri kendini hissetirmeye başladı. Sivasspor süper ligde liderliğini devam ettiriyor ve son beş haftaya girerken şampiyonluk yolunda emin adımlarla ilerliyor. Sivasspor'un şampiyon olması, Türkiye'de ikinci kez İstanbul dışındaki bir takımın bu kupayı kaldırması demek olacak. Daha önce Trabzonspor'un kazandığı bu başarıyı ne yazık ki devrim olarak nitelendiremiyoruz. Zira Trabzonspor, İstanbul sultasına başarıyla başkaldırmış olmasına rağmen, çizgisini onların yanında tanımlayarak, devrimcilik özelliklerini yitirmiştir.

O halde Sivasspor devrimci bir takım olabilmek için neler yapmalıdır? Bir kere kendilerini sakın ha beşinci büyük filan gibi bir sıfatla nitelendirmemelidirler. Her takım taraftarı için kendi takımı büyüktür, Sivasspor taraftarı için de Sivasspor en büyük takımdır, tıpkı Fatih Karagümrükspor'un Fatih'liler için en büyük olması gibi. Ama çıkıp da bunu herkese kabul ettirmeye çalışırlarsa, diğer dört takımın yoluna girmiş olurlar.

İkinci ve en önemli husus, taraftarlarının ve yöneticilerinin Sivasspor dışında başka herhangi bir takımı madden veya manen desteklememeleri gerekir. Gerçek devrimcinin kalbinde yalnız bir ateş yanar, ve o ateş, etrafında başka ateşlere yer bırakmaz. Sivaslılar Sivassporlu olmakla gurur duymalıdırlar, kendilerine yıllardan beri dayatılan üç buçuk büyük gibi saçmalıklara artık itibar etmemelidirler.

Diğer Anadolu takımları da, bu devrimin bir parçası olmayı arzu ediyorlarsa saydığımız bu iki hususa dikkat etmelidirler: Sadece ve sadece kendi takımına destek ol ama diğerlerine de tepeden bakma...İşte gerçek devrimcilerin sloganı.

1 Mayıs'ı kutlayan devrimci işçi arkadaşlar da bu anlattıklarımdan hisselerini alsınlar. Marksist felsefeyi, sosyalizmi savunuyoruz diyerek faşistlik de yapmasınlar.

30.4.09

Hayfa Vehbi

10 Mart 1970, güney Lübnan doğumlu manken, aktris ve şarkıcı. 16 yaşında güney Lübnan güzeli seçildikten bir yıl sonra, Lübnan güzellik yarışmasında ikinci oldu. Ardından pek çok dergide modellik yaptı. Rotana müzik şirketinin desteğiyle 2002 yılında ilk albümü olan Hüvel Zaman'ı çıkardı. Arap dünyasında büyük yankı uyandıran bu albümünün üzerine 2005'te Beddi İyş, ve 2008'de Habibi Ene'yi çıkardı.

Şii kökenli bir aileden gelen Hayfa, 1982 yılında, İsrail'in Lübnan'ı işgali sırasında kardeşini yitirmiştir. Üç kız kardeşi daha vardır. 24 Nisan 2009'da Mısırlı bir işadamıyla Beyrut'ta evlenen Hayfa'nın, daha önceki evliliğinden bir kız çocuğu bulunuyor.



13.4.09

Rasyonel Abi

Soru: Sevgili Rasyonel Abi, ben hayatının baharında 20 yaşında bir gencim. Geleceğim için önemli kararlar vermek istiyorum. Bu kararlardan biri için senin yardımına ihtiyacım var. Sence ben hayatımın geri kalan kısmında "Ergenekoncu" mu olmalıyım yoksa "Deniz Fenerci" mi? Yardım edersen sevinirim. (Lüleburgaz'dan Cevat)


Cevap: Cevat'cığım, sorunun cevabını rasyonel seçim teorisini kullanarak bulabiliriz. Rasyonel Seçim Teorisine göre, yaptığın seçimin, fayda fonksiyonunu maksimize etmesi gerekir.

Bir fonksiyonun maksimum olması için birinci türevinin sıfıra eşit olduğu yerde ikinci türevinin sıfırdan küçük olması gerekir.

Şimdi mukayeseli üstünlükler kavramını kullanarak senin seçimine konu olan iki fonksiyonu irdeleyelim.

Ergenekon fonksiyonunun birinci türevini alalım. Karşımıza e-muhtıra çıktı. Bunu sıfıra eşitlersek; e-muhtıra=0, burdan e=muhtıra çıktı. Bunu koy bir kenara. Şimdi ikinci türevini alalım... karşımıza 28 Şubat çıktı. 28 > 0. Gördüğümüz gibi Ergenekon fonksiyonunun ikinci türevi pozitif. Bu demektir ki bu fonksiyonun maksimumu yok, minimumu var. Oysa rasyonel seçim teorisi için maksimumu bulmak gereklliydi. Demek ki Ergenekonu eliyoruz.

Gelelim öteki fonksiyona. "Deniz Feneri" fonksiyonunun birinci türevini alalım... R+ük çiktı, bunu sıfıra eşitlersek; R+ük=0, burdan R=-ük. Koy bunu kenara. Şimdi ikinci türevini alalım...Karşımıza Kanal 7 çıktı. 7 > 0. Gördüğümüz gibi Deniz Feneri fonksiyonunun da ikinci türevi pozitif, yani bunun da maksimumu yok, minimumu var. O zaman onu da eledik.

Peki şimdi ben ne yapacağım diye sorarsan sana başka bir fonksiyon önereceğim. Bu fonksiyonun adı "İnsan" fonksiyonu. Al birinci türevini... Maymun veya Adem-Havva çıktı. Bunu matematiksel olarak Maymun/(Adem-Havva) olarak yazıp sıfıra eşitlersek, burdan Maymun=0 ve Adem≠Havva çıktı. (Bak Cevat'cığım bu sonuçlarla hem Darvinizmi hem de Feminizmi çürütmüş olduk. İşte bilimsel yöntemleri kullanmanın güzelliği burada. Hiç alakasız sandığın bir konuda araştırma yaparken başka başka konularla ilgili sonuçlar bulabilirsin.) Şimdi ikinci türevini alalım. Bu fonksiyonun ikinci türevi sıfır. Kalkülüsün yetmiş ikinci kuralına göre ikinci türevi sıfır olan fonksiyonlar "Doğrusal" fonksiyonlardır. Doğrusal fonksiyonların ne maksimumu ne de minimumu olur. Diğer iki fonksiyonla karşılaştırıldığında, fayda fonksiyonunu minimum yapmayan bu fonksiyonun Rasyonel Seçim Teorisi tarafından onaylandığını görürsün.

İşte Cevat'cığım sen de rasyonel bir birey olmak istiyorsan, hayatının baharında vereceğin bu kararla "insan" olmayı seçmelisin.

8.4.09

Obama Namaza Yetişebildi mi?

44. ABD Başkanı Barack Hussein Obama, İstanbul'u ziyareti sırasında tarihi Tophane-i Amire binasında genç gazetecilerle bir araya geldi. Demokrasi, insan hakları... vs. ye dair vaazının ardından, gençlerin sorularını almak üzere sözü onlara bıraktı. Ancak sözü bırakmadan önce dikkat çekecek bir şey yaptı. Söylediğine göre ezan okunmasına yarım saat varmış da ezan okunmadan önce programı bitirmek zorundaymış. Sayın Obama, herhalde ailesinin müslüman üyelerinin anısına müslüman bir ülkeye gelmişken iki rekat namaz kılayım bari diye düşünmüş olabilir. Ya da seçim mitinglerinde Sayın Erdoğan'ın ezan okunurken sustuğunu görünce, Türkiye'de ezan okunurken konuşmanın yasak olduğunu sanmış olabilir. Biliyoruz ki, ağzından çıkan her lafın danışmanları tarafından dikte edildiği başkan, bu sefer de işgüzar bir danışmanının oyununa gelmiş olmalı.

Anladık Sayın Başkan ve değerli amerikalılar, müslümanları artık öldürmeyeceksiniz, onlarla yakın ilişkiler kurma peşindesiniz de, bu kadar abartılı yaklaşımlar da artık düşüncelerinizin samimiyeti konusunda kuşku uyandırıyor haberiniz olsun.

Programda ilgi çekici diğer bir olay da, genç gazetecilerin, Sayın Obama'ya gerçekten hedefini vuran sorular yöneltmeleriydi. Bilmiyorum, bu sorular da daha önceden danışmanlar tarafından özenle seçilen sorular mıydı? Ancak ben iyi niyetle yaklaşarak bu soruların gerçekten genç beyinlerden çıktığını düşünerek devam ediyorum.

ABD'nin Kyoto Anlaşması'nı neden imzalamadığı hakkındaki soru, gerçekten çarpıcıydı. Sayın Obama'nın verdiği cevap ise umut vericiydi. Bir başka soruyu yanıtlarken Sayın Obama'nın, İran'dan nükleer araştırmalarını durdurmalarını talep ederken, kendi nükleer silahlarını da azaltması gerektiğinin altını çizmesi de yeni Amerikan çizgisinin ümit veren başka bir yönünü ortaya koydu.

Kürdistan ve Filistin sorununa yönelik verdiği cevaplar da Obama'nın dersini iyi çalıştığını gösterir nitelikteydi. Heralde çalışmadığı yerden gelen tek soru da "Davos'ta Tayyip Erdoğan'ın yerinde siz olsaydınız ne yapardınız?" oldu ki, bu soruyu "Yorum Yok" diyerek geçiştirdi.

Allah'tan, İngiltere'de katıldığı benzer bir programda Hırvat asıllı bir öğrencinin "Adınızın Hırvatça'da 'şeftali' anlamına geldiğini biliyor muydunuz?" şeklindeki sorusuna benzer bir soru gelmedi. "Sayın Obama, Türkçe'de Barak'a çok benzeyen bir sözcük var bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz?"

Genç gazeteci arkadaşlarımızın böylesine cevaba yönelik, cesur sorular sorması, aklıma başka bir senaryoyu getirdi. Acaba genç gazeteciler yerine Bab-ı Ali'nin duayenleri bu programda Obama'ya soru sorsaydı nasıl olurdu?

Bir kere Sayın Obama, "ezana az kaldı sorularınızı ezana kadar sorun" der demez, stüdyoda kimse kalmazdı. Yarısı " ben böyle irticacı adamı muhatap alıp soru moru sormam" deyip çıkar gider, diğer yarısı da "namaz vaktine az kalmış, şimdi namaz vakti burda oturursak vatandaş namaz kılmadığımızı anlar biz de en iyisi çıkalım" diye kapının yolunu tutardı.

Neyse biz Sayın Obama'nın namazı niyazı işin içine karıştırmadığını varsayarak devam edelim. Büyük ihtimalle şöyle sorular ortaya çıkardı:

1. Diyir Mistir Prezidınt (adam ingilizce biliyo ya gösterecek illa, gerçi telaffuz biraz bozuk ama idare eder). viç van is greytır, Atatürk or Corç Vaşingtın? (Atatürk mü büyük George Washington mu? diye süper bir soru)

2. Sayın Obama, Sovyetler Birliği'nin çöküşü hakkında ne düşünüyorsunuz? (Hocam o dediğin devlet çökeli yirmi beş yıl oldu, istersen Osmanlı'nın ya da Roma'nın çöküşü hakkındaki fikirlerini de sorsaydın)

3. Sayın Obama, laiklikten demokrasiden dem vurup durdunuz, ama Amerika'da hala başörtülü öğrenciler, kippalı yahudiler üniversitelere girebiliyor. Siz önce laikliğin demokrasinin ne demek olduğunu öğrenin ondan sonra gelip bize ders verirsiniz. (Soru soracaktı ama yorum yaptı. Olsun zaten maksat bir şey öğrenmek değil adamı morartmak)

4. Sayın Obama Davos'ta Tayyip Erdoğan'ın yerinde siz olsaydınız ne yapardınız? (Aha bu soruyu genç gazeteciler de sormuştu. Tamam gençler iyi yoldalar güzel sorular soruyolar dedik ama hepsi demedik.)

Bu sorularla karşılaşan Obama'nın cevabı ne olurdu dersiniz. "Yorum yok" deyip geçerdi heralde. Zaten soruların amacı cevap almak değildi. Ama adamın ten renginden dolayı morarıp morarmadığı da anlaşılamayacağı için gazeteci duayenlerimiz açısından da tatmin edici bir sonuç elde edilemezdi heralde.

2.4.09

Eskişehir Hollywood Olur mu?

Son yıllarda, Eskişehir, film endüstrisinin özel ilgi gösterdiği bir merkez haline geldi. "Köprü" dizisinin şehirde çekilmesiyle başlayan ilgi, "Usta" ve "Yengeç Oyunu" adlı sinema filmlerinin setlerini şehire taşımasıyla devam etti. Bunların yanı sıra setlerini olmasa da konularını Eskişehir'e taşıyan "Belalı Baldız" dizisi ve "Devrim" filmi de sektörün Eskişehir'e olan ilgisini gösterir nitelikteydi. En son, Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Prof. Yılmaz Büyükerşen'in de, varolan bu ilgiyi artırabilmek için çalışmalar yapacağını ifade etmesi, Eskişehir'in Türkiye'nin Hollywood'u olabileceği konusundaki tezleri gündeme getirdi.

Hollywood'da ilk film çekimini 1910 yılında yönetmen David Griffith gerçekleştirdi. Merkezi New York'ta bulunan "Biograph" adlı şirket için çalışan yönetmen, "In Old California" (Eski Kaliforniya'da) adlı sessiz filmin çekimleri için önce Los Angeles'a geldi. Yeni ve farklı yerler denemek amacıyla tesadüfen keşfettiği Hollywood'a kamerasını çevirmesiyle bu küçük köyün de kaderini değiştirmiş oldu. Hollywood'da kaldığı bir kaç aylık süre içinde çektiği diğer filmlerle beraber New York'a dönen yönetmenin büyük başarı sağlaması, diğer yapımcıların dikkatlerini de Hollywood'a çekti. Özellikle film makinasının mucidi ve patent sahibi Thomas Edison'un, çekilen filmlerden büyük miktarlarda istihkak alıyor olması yapımcıları güç durumda bırakıyordu. Bu yüzden Hollywood, Edison'dan uzak, yeni yerler arayan yapımcılar için de bulunmaz bir nimet oldu.

Nestor Stüdyoları, Hollywood'da ilk stüdyoyu kuran firma olarak tarihe geçti. 1911 yılında kurulan stüdyo bir yıl sonra, Universal Film Stüdyolarıyla birleşti. Hollywood'un, yılın her mevsimi stüdyo dışında da film çekmeye elverişli doğası ve iklimi, kısa sürede diğer yapımcıları da yöreye sevketti. 1915 yılına gelindiğinde başta Paramount Pictures, Metro_Goldwyn_Myer, Warner Bros., 20th Century Fox gibi büyük yapımcılar olmak üzere irili ufaklı pek çok prodüksiyon şirketi Holywood'da stüdyolarını çoktan kurmuştu.

1920'lerin sonlarında sesli filmlerin de üretilebilmesiyle, daha çok izleyiciye kendini sevdiren Hollywood sineması da altın çağına girmiş oluyordu. Günümüzde her ne kadar sinema sektörü artık o ilk halinden oldukça farklı bir yapıya evrilmiş olsa da, Hollywood, sektör içindeki yeri ve önemini asla yitirmedi. Yirminci yüzyılı küçük bir köy olarak karşılayan Hollywood, yirmi birinci yüzyıla tüm dünyaya adını duyurmuş bir marka olarak adım attı. Pek çok büyük şirket artık stüdyolarını bölge dışına taşımış olsa da, Hollywood sahip olduğu marka değerinden kolay kolay bir şey kaybedecek gibi gözükmüyor.

Eskişehir'de de sinema adına böylesine bir marka oluşturmak mümkün olabilir mi? Görünen o ki, David Griffith'in Hollywood'u keşfettiği gibi, Eskişehir de artık yönetmenler tarafından keşfedilmiş bir mekan. Eskişehir'de ortaya çıkarılan eserlerin başarılı sonuçlar vermesi, kuşkusuz daha çok yapımcıyı buraya yönlendirecektir. Hollywood kadar olmasa da, yılın büyük bir bölümü film çekmeye elverişli doğası ve ikliminin yanı sıra, uçsuz bucaksız film stüdyolarının kurulabileceği geniş arazilere sahip olması Eskişehir'i bu konuda avantajlı duruma getiriyor. Bünyesinde barındırdığı sinema ve televizyon okuluyla, sektörün ihtiyaç duyabileceği teknik donanım ve personel desteği en üst seviyede verme potansiyeline de sahip bir şehir burası. Modern kimliği ve zengin sosyal imkânlarıyla, yıldız oyuncuların arzu edeceği rahatlığı sunabilecek düzeyde bir yapıya da sahip.

Her ne kadar, film stüdyosu kurulması açısından öncülüğü Antalya’ya kaptırmış olsa da, bu farkı kapatmak mümkün. Yapımcıların ve sektöre yatırım yapmayı düşünen girişimcilerin şehirin avantajlarıyla ilgili daha fazla ve daha sık bilgilendirilmeleri gerekiyor. Yatırımları konusunda onları cesaretlendirecek yasal düzenlemelerin de bir an önce sonuçlandırılması bekleniyor. Yerel idareciler ve bürokratların konuya yeterli ilgiyi göstermesiyle, Eskişehir Türk sinema sektöründe yükselen bir yıldız olmaya aday görünüyor. Antalya ile girişecekleri muhtemel rekabetten de, Türk sinemasının kazançlı çıkacağı açık.

17.3.09

Veli Rıza Nasr

İran asıllı Amerikalı akademisyen ve yazar. Tufts Üniversitesi Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulu'nda uluslararası ilişkiler profesörü. Çağdaş Orta Doğu ve siyasal İslam uzmanı. Dış politika üzerine yoğunlaşmış bağımsız düşünce kurumu Council of Foreign Affairs (Dış İlişkiler Konseyi) üyesi.

1960 yılında Tahran'da doğdu. Babası Seyid Hüseyin Nasr, George Washington Üniversitesi'nde İslami Çalışmalar profesörüdür. Veli, Tufts Üniversitesi Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulu'nda öğrenim gördükten sonra, 1991 yılında M.I.T'den uluslararası ilişkiler doktorasını aldı.

"İslamizasyon" ve müslüman dünyada modernleşme ve demokrasi üzerine yaptığı çalışmalar, bilim çevrelerinde yeni analizlerin oluşmasına sebep oldu. En önemli çalışmasını, Orta Doğu siyasetinde mezheplerin önemi üzerine yaptı. Irak Savaşı'ndan sonra, kendisinin de mensubu olduğu şiiliğin yükselen siyasi gücü üzerine yaptığı vurgular ses getirdi.

Ağustos 2006'da, Irak'taki mezhep çatışmalarının dinamikleri üzerine George W. Bush'a brifing verdi. 2007-08'de Demokrat başkan adaylarının danışmanlığını yaptı.

Evli ve 3 çocuk babası olan Nasr, halen Washington DC'de yaşamına devam etmektedir.

Dikkat çeken bazı eserleri:

The Shia Revival: How Conflicts Within Islam will Shape the Future (W.W. Norton & Company, 2006) "Şii Uyanış: Müslümanlar Arasındaki Çatışmalar Geleceği Nasıl Şekillendirecek?"

Democracy in Iran: History and the Quest for Liberty (coauthor, Oxford University Press, 2006) "İran'da Demokrasi: Özgürlüğün Sorgulanması ve Tarihi"

The Islamic Leviathan: Islam and the Making of State Power (Oxford University Press, 2001) "İslam Leviathanı: İslam ve Devlet Gücünün Oluşması"

http://en.wikipedia.org/wiki/Vali_Nasr

10.3.09

Nensi Acram

16 Mayıs 1983'te Beyrut'un El-Eşrefiye mahallesinde doğdu. Nebil Acram ve Rimonda Oun çiftinin iki kızından ilki. Dört yaşından itibaren duyduğu her müzik parçasına kendine özgü mimikleriyle eşlik etmeye başladı. Sekiz yaşındayken Lübnan Televizyonu'nun düzenlediği çocuk şarkı yarışmasında ekranlarda göründü. On iki yaşındayken "Geleceğin Yıldızları" yarışmasında Ümmü Gülsüm'den söylediği şarkıyla altın madalyayı kazandı.

Daha sonra Lübnan'ın üst düzey müzisyenlerinden şan ve nazariyat dersleri aldı. Henüz on sekiz yaşında olmamasına rağmen, muhteşem sesi ve istisnai yeteneğiyle müzik çevrelerince profesyonel bir sanatçı gözüyle bakılmaya başlandı. 1998 yılında ilk albümü "Muhtacalek (Sana Muhtacım)", 2001 yılında ikinci albümü "Şil Ayunek Anni (Gözlerini Benden Çek)" piyasaya çıktı. İlk hit şarkısı 2003 yılındaki "Ya Selam" albümünden çıktı.

Ortadoğu ve Arap dünyasının son zamanlarda çıkardığı en önemli yıldızlardan biri olan Nensi, 2007 yılında otuz milyonun üzerinde yaptığı albüm satışıyla müzik piyasasında fırtına gibi esti. 2008 yılında çıkardığı sekizinci albümü "Bitfekker fi Eyh (Neyi Düşünüyorsun?)" ardından, ekim ayında Lübnanlı diş hekimi Fadi El-Haşim ile hayatını birleştirdi.

Bazı popüler şarkıları:
Ente Eyh (Ah ve Nus Albümü, 2004)
Kul Tenikida (Ah ve Nus Albümü, 2004)
Yatabtab (Yatabtab Albümü, 2006)
Ene Yelli (Yatabtab Albümü, 2006)
Şahbat Şahabit (Çocuklar için özel Albüm, 2007)
Bitfekker Fi Eyh (Bitfekker Fi Eyh Albümü, 2008)

20.2.09

Ruby

9 Ekim 1981, Kahire doğumlu, Mısırlı şarkıcı ve aktris. Asıl adı Ranya Hüseyin'dir.

Kariyerine, Polonyalı şarkıcı Marcel Romanoff'un klibinde rol alarak başladı. Daha sonra pek çok reklam filmi ve video klipte oyunculuk yaptı. 2001 yılında Mısırlı yönetmen Yusuf Şahin'in "Sükut Hensevar" adlı filminde yer aldı. 2003 yılında ilk single'ı "Ente Arif Leyh (Nedenini Biliyorsun)" ı çıkardı. Bu parçasına Şerif Sabri tarafından çekilen klip Arap dünyasında gördüğü ilgi kadar tepki de topladı.

2004 yılında ikinci klibi "Leyh Bidari Kida? (Neden Hislerini Gizliyor?)" adlı parçaya, yine Şerif Sabri tarafından çekildi. Ardından Şerif Sabri'nin ilk filmi "Sebe Verkatü Kütşina (Yedi Oyun Kartı)" 'nda rol aldı. Ancak film başta Mısır ve Suriye olmak üzere pek çok Arap ülkesinde yasaklandı.

2007 yılında "Meşit Vara Ehsasi (Hislerimi Takip Ettim)" adlı albümünü piyasaya sürdü.

2008 yılında "El-Vaad (Söz)" adlı filmde tekrar kamera karşısına geçti. Halen yeni albümü için çalışmalarını sürdürüyor.


Bazı şarkıları:

5.2.09

Brenna Mac Crimmon

Toronto, Ontario doğumlu Kanadalı ses sanatçısı. 1980'lerin sonundan itibaren Balkan ve Türk müziği üzerinde çalışmalar yaptı.

Türk Müziği'ne olan ilgisi, henüz genç bir kızken, Burlington, Ontario'da gittiği bir kütüphanede karşılaştığı Türkçe albümler sayesinde başladı. 1980'lerin başında Toronto Üniversitesi'nde etnik müzik üzerine dersler alırken, bir yandan da çevresindeki Türk müzisyenlerle etkileşime giren Mac Crimmon, bağlama çalmayı da bu dönemde öğrendi. Daha sonra bir Türk grubunda solistliğe başladı.

İlgisini daha çok balkan müziğinin Türk uzantısı olan Rumeli Türküleri üzerinde yoğunlaştırdı. Unutulmaya yüz tutmuş eski türküleri, yoğun bir arşiv araştırmasından sonra tekrar gün yüzüne çıkardı. Bu araştırması boyunca Yunanistan ve Türkiye'de yüzlerce köyü ziyaret etti. Rumeli göçmenleriyle ilgili yaptığı araştırması için beş yıl boyunca İstanbul'a yerleşti. Bu süre zarfında Türk kültürünü de yakından tanıma fırsatı elde eden sanatçı, pek çok özel gün ve festivallerde Türk izleyicisiyle de buluştu. Şu an Kanada'da yaşamakla beraber halen Türkiye'ye gidip gelmekte ve hem ülkesinde hem de İstanbul'da farklı sanatçılarla sahne almaktadır.

Soprano ses tonuna sahip Mac Crimmon, Selim Sesler'le kurdukları Karşılama adlı grupla ve aynı isimli albümde türküler söyledi, ayrıca Baba Zula'ya vokal yaptı. Fatih Akın'ın yönettiği İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (Crossing the Bridge) adlı filmde 'Penceresi Yola Karşı' ve 'Ben Bir Martı Olsam' adlı parçaları seslendirdi. En son Beth Cohen, Paul Brown, Polly Ferber ve Haig Manoukian gibi diğer Türk müziği aşıklarıyla "Orkestra Keyif" adlı bir oluşumun içinde yer aldı.

Seslendirdiği eserlerden bazı örnekler:


3.2.09

Helikopter Nasıl Uçtu?

Hürriyet gazetesi yazarı Sayın Bekir Coşkun bugünkü yazısında güzel bir noktaya temas etmiş. Bolu üzerinde düşen ve pilotunun ölümüyle sonuçlanan helikopterin enkazının bulunması için Fransa'dan yardım alınmasını eleştirmiş. Bilimsel gelişimimizin yetersizliğini vurgulamış. Yazısının ana fikrinde ise, bilimsel gelişimi belirli sınırın altında seyreden bu milletin "ilkel" insanlarının da Tayyip Erdoğan'ın Davos'taki çıkışına "ilkelce" tepkiler vermesini doğal karşıladığını ima etmiş.

Ben burada, Davos konusuna girmeden, Sayın Bekir Coşkun'un bilimsel gelişimimizin yetersizliği konusundaki doğru tespitlerine yorum getireceğim.

Öncelikle "Bilimsel Yöntem" kavramının Vikipedi'deki tanımıyla yola çıkalım.
Bilimsel Yöntem Fen bilimlerinde, yeni bir bilgi edinmek için kullanılan yaklaşım tarzı, yöntemdir. Bilim adamları bu yöntemle, zaman içinde bilgilerin üst üste binmesiyle evrendeki olayların doğru ve güvenilir bir betimlemesini yapmayı amaç edinirler.

Bilimsel yöntem, en basit haliyle aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

1. Evrendeki bir fenomenin gözlemlenmesi
2. Bu fenomene dair, gözlemler ile tutarlı, ancak kesin olmayan, hipotez adında deneysel bir açıklama getirilmesi
3. Hipotezin tahminlerde bulunmak için kullanılması
4. Tahminlerin deneylerle veya ek gözlemlerle test edilmesi ve sonuçlar ışığında hipotezde gerekli değişikliklerin yapılması
5. (3) ve (4) numaralı adımların hipotez ve deney arasında tutarsızlık kalmayana kadar tekrarlanması


Burada her ne kadar fen bilimlerine atıf yapılsa da sosyal bilimler için de aynı metod uygulanabilir. Gerek fen bilimlerinde, gerekse sosyal bilimlerde, araştırmacı nesnel olmak zorundadır. Kendi ön yargıları ya da kendi değerleriyle değil, eleştirel ve şüpheci bakış açısıyla tezlerini test edip değerlendirmelidir. Somut kanıtlar karşısında ortaya çıkan gerçekleri de ne kadar şaşırtıcı ya da kendi değerleriyle ne kadar uyuşmaz bulsa da kabul etmek durumundadır.

Bilimsel gelişime katkı sağlayan bir diğer unsur da düşünce özgürlüğünün yaygınlaştırılması, eleştiri ve tartışma ortamının geliştirilmesidir. Gerek islami aydınlanma döneminde, gerekse rönesans döneminde ve günümüzde, bilimsel ilerlemenin lokomotifini eleştiriler ve tartışmalar oluşturmuştur.

Sayın Coşkun'un ifade ettiği bilimsel yetersizlik, sanırım, Türkiye'de yukarda bahsedilen bilimsel gelişimi sağlayacak ortamın (yüz) yıllardır oluşamadığının bir göstergesidir. Yıllar boyu, insanların fikir üretmesi gereken yerlerde fikirlerinin yasaklandığı, karşıt fikirlerini seslendirmek istediği yerlerde baskı ve şiddette maruz kaldığı Türkiye'de, bilimsel yetersizliğin, bizi enkaz aramada Fransa'ya muhtaç bırakmasına şaşırmamak gerekir. İnsanların birbirlerini etkileyip yeni yeni fikirlerin ortaya çıkması için biraraya geldiği üniversitelerde, "aman insanlar birbirini etkilemesin" diye uygulanan yasaklarla, bu kurumların bir atılım yapamayacağını öngörmek zor olmasa gerek.

Bilimsel bir atılım şart, ama "bilimsel yöntem" in işlev kazanabilmesi için uygun ortamın da oluşturulması gerekli. Ne var ki, böyle bir ortam şu an oluşturulsa bile meyvelerini almak bir-iki nesil sürebilir. Keşke bu ortam daha önce yaratılsaydı da, düşen helikopteri aramak için Fransa'dan yardım isteyeceğimize, düşmeyen helikopterlerimizi kendimiz yapabilseydik.

19.1.09

Nyofu Tyson

Hint asıllı Lübnanlı bir baba ile Afrika asıllı Danimarkalı bir annenin çocuğu olarak Los Angeles'da dünyaya gelen Nyofu Tyson, müzisyen bir çevrede büyüdü. Babası caz piyano çalan ve pek çok müzik türüyle yakından ilgilenen birisiydi. Genç yaşta yerel caz ve salsa gruplarında kontrbas çalarak müziğe başladı. California Sanat Enstitüsü'nde kontrbas, beste ve Kuzey Hint Raga Müziği üzerine dersler aldı. Yoga ve Hint Müziğine olan tutkusu yüzünden Hindistan'a gitmek üzere Avrupa'ya uğradı.

Bu sırada "kısa bir süre ziyaret" etmek amacıyla geldiği Türkiye'de bağlamayla karşılaştı. İlk duyuşta aşık olduğu bu enstrumanı öğrenmek üzere, pek çok ustayı yakından izledi. Okay Temiz, Zülfü Livaneli ve Hacı Ahmet Tekbilek gibi isimlerle İsveç'te çalışmalar yaptı. Otantik Türk parçalarını İngilizce'ye çevirerek tüm Avrupa'da seslendirmesi, Türk müzik dünyasında da ses getirmesini sağladı.

1994 yılında ABD'ye dönen Nyofu Tyson, burada çalışmalarını genellikle Ömer Faruk Tekbilek ve Can Bilezikciyan ile sürdürdü. Kardeşi Mark Tyson ve müzisyen Josef Blocker'la beraber produksiyon şirketi "3 Worlds Music (3 Dünyanın Müziği)"' ın ortağıdır.

Ortağı olduğu şirket üzerinden piyasaya sürdüğü 2 albümü vardır. Bunlar:

Timeless Songs (Zamanın Ötesinde Şarkılar) 13. yy'dan bugüne Türk ozan ve dervişlerine ait eserlerin geleneksel çizgide ama ingilizce yorumları.

La Guitarra Turca (Türk Gitarı) Ortadoğu, Jazz ve Latin ezgilerini birleştiren, bağlama ağırlıklı yarı enstrümantal bir çalışma.

Daha fazla bilgi için:

http://www.sazplayer.com

12.1.09

Natacha Atlas

Arap asıllı bir babayla, evlendikten sonra müslüman olan İngiliz bir annenin çocuğu olarak 20 Mart 1964 tarihinde Brüksel'de dünyaya geldi. Anne ve babası ayrılınca, annesiyle beraber Northampton'a taşındı. İngilizce, Fransızca, Arapça ve İspanyolca bilmektedir.

24 yaşında Belçika'ya dönen Atlas, burada kariyerine dansözlük ve bir Salsa grubunda solistlik yaparak başladı. Ardından doğu-batı seslerini sentezleyen ünlü ingiliz grup Transglobal Underground (TGU)'da başsolist oldu. Müziğinde arabeskin yanısıra, drum 'n' bass ve reggae tarzı öne çıkmaktadır.