30.12.08

Siyaset Öyle Değil Böyle Sokulur

Maliye Bakanı Sayın Unakıtan ve Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Yılmaz Büyükerşen'in Eskişehirspor'a karşı tavırları üzerinden siyasi bir polemik uzunca bir süredir zaten devam etmekteydi. Son günlerde ise Vali Sayın Kadir Çalışıcı'nın Denizlispor maçı bilet fiyatlarına müdahale etmesiyle bu polemik iyice işin içinden çıkılmaz bir hal almaya başladı.

Neymiş, Sayın Vali belediye başkanı olmak istiyormuş da bu yüzden tribünlere oynuyormuş...Yok Unakıtan klüp üzerinden oy avcılığı yapıyormuş da, Büyükerşen şehrin simgesi takıma üvey evlat muamelesi yapıyormuş...

Efendim futbola siyaset karışıyormuş da, belediye başkanı yardım edince spora destek, maliye bakanı yardım edince sömürü oluyormuş. Ya da belediye başkanı yardım etmeyince hain, bakan yardım edince gelmiş geçmiş en büyük eses sevdalısı oluyormuş...Falan filan...

Tüm bu tartışmalar ülkedeki sığ siyaset anlayışının futbol üzerindeki komik yansımalarından ibaret. Ben şimdi siyasetin kıyı kesimlerinde birbirleriyle ortada sıçan oynayan bu polemikçi çocukların ellerinden toplarını alıp, okyanusun en uzak ve en derin tarafına o topu öyle bir dikeceğim ki, bu topu oradan geri getirmek için mangal gibi yürek, şalgam gibi kürek gerekecek.

Konuya Türkiye'deki futbol dünyasını domine eden faşist yapılı aristokrasiyi anlatarak başlayalım. Yirminci yüzyılın başlarında kurulan malum üç İstanbul takımı, 100 yıllık tarihleri sayesinde elde ettikleri para, şöhret ve güç sayesinde aristokratlığı elbette sonuna kadar hakediyorlar. Gerçi kuruldukları yıllar itibari ile, futbol dışındaki sebeplerden dolayı halk takımı hüviyetine sahip oldukları da söylenebilir. Ancak bu gün futbol dünyamızın geldiği noktada bu üç takımın sergiledikleri tüm davranışlar, faşist görüntüler içeriyor.

Türkiye'de ligler oynanmaya başladığı tarihten bu yana, şampiyonlukların yüzde doksanının sadece bu üç takım arasında (dördüncü takıma daha sonra geleceğim) paylaşılmış olmasını açıklamak klasik futbol yorumcuları açısından pek kolay bir iş değildir. Bu "medyacılara" göre "diğer" takımlar yanlış yönetilmekte, kötü transferler yapmakta, ayrıca taraftarları da olmadığı(1) için bu takımların şampiyon olması zaten pek bir anlam ifade etmemektedir.

"Medaycılar" belki bir açıdan haklı olabilir. Ancak hiç bir aklı başında futbol yorumcusu da 100 yıllık tarihleri boyunca bu üç klubün sürekli iyi yönetildiklerini, sürekli iyi transfer yaptıklarını söyleyemez. Kaldı ki "diğer" klüplerin de hepsinin birden bu yüz yıl boyunca sürekli kötü yönetildiklerini iddia edemeyiz. Neden tesadüfen de olsa hiç değilse iki üç klüp daha bu şampiyonluğu elde edemedi?

Hitler, Mussolini and Franco
Üç Büyükler: Mussolini, Hitler, Franco

-Altyazı: barış ve uygarlığın koruyucusu üç büyük (tıpkı bizdeki muadillerinin Türk futbolunu korudukları gibi) -

Cevabı ne yazık ki bu üç klubün faşist-aristokratik yapısında saklı. Elinde tuttuğu güç ve parayı başka rakiplerle paylaşmak istemeyen bu aristokratik yapının tutunduğu dal faşizm oldu. Sahada mağlup edemeyecekleri rakiplerini, çoğu zaman hakemleri yanlarına alarak, kimi zaman da saha dışı mafya tipi unsurlarla saf dışı bıraktılar. En çok başvurdukları faşizm yöntemi de propoganda oldu. Ellerinde tuttukları yazılı ve görsel basın aracılığıyla insanlara sürekli kendi haberlerini pompalayarak, halkın algılarıyla oynadılar. Bu yüzden ülkenin en ücra köşesinde bile herhangi bir insana hangi takım tuttuğu sorulduğunda; hiç bir maçını izlememiş ve hatta izleyemeyecek olsa da, bu üç takımdan birinin adı alınır. Algısı açık bazı insanlar farklı bir takım adı verdiğinde ise, faşist ideoloji başka bir soruyla çıkagelir: "tamam ama büyüklerden hangisi?". İşte bu tuzağa düşenler de çift takım taraftarı olmak gibi iki arada bir derede bir kimliğe savrulurlar.

Havuz sisteminin henüz tesis edildiği günlerde, sahip oldukları para ve gücün ellerinden gideceğini sezen bu faşist-aristokratlar, federasyona nasıl bir ayar verdilerse; havuz gelirlerinin büyük kısmını kendi kasalarına yönlendiren garip bir sistemin oluşmasını sağlayabildiler. O dönemde; bir takım, sırf 40 yıl önce şampiyon oldu diye bu sezonun gelirlerinden büyük oranlar tahsil edebiliyordu. Böylesi hakka hukuka aykırı sistemleri de "diğer" takımların faydasınaymış gibi sunuyor, arada haksızlık var diye kafasını çıkaranları da "havuzdan" ayrılmakla tehdit ediyorlardı.

Neyse ki zamanla, belki UEFA'dan belki de tabandan gelen tepkilerle havuz sistemi nisbeten daha adil bir yapıya kavuştu. Bu sayede gelirlerini arttırma imkanı bulan "diğer" takımlar, artık futbol hiyerarşisinde sınıf atlayacak duruma gelmeye başladılar.

Daha sonraki bir yazıda da sınıf atlamaya çalışan bu "diğer" takımları inceleriz.


(1) Bu yorumcuların yaptıkları "kimin daha çok taraftarı var?" anketlerinde de sadece üç takım ve diğer seçeneği vardır.

25.12.08

Reşit Olmak ya da Olmamak

Boğaziçi Üniversitesi'nde görev yapan 300'ü aşkın öğretim görevlisinden 119 tanesi bir bildiri imzalamış. Bildiri başörtüsü ya da türbanla ilgili (ikisi farklı şey ya, bir de çarşaf var tabi ama onunla ilgili bir bildiri yok henüz).

Bu bildiride dikkatimi çeken bir cümle var. Değerli hocalarımız şöyle bir öneride bulunmuş; "Reşit olmayan kız öğrencilerin başlarının örtülmesine yönelik her türlü uygulama ve girişime karşı hukuki, idari ve toplumsal tüm önlemler alınmalıdır." Bu cümleyi biraz irdeleyelim.

"Reşit olmayan kız öğrenci" demek; Türkiye Cumhuriyeti Medeni Kanunu'na göre 18 yaşını aşmamış, eğitim talebi olan dişi insan demektir.
Aynı kanunun "Velayet" başlığı, ergin olmayan çocuğun, ana ve babasının velayeti altında olduğunu bildirerek başlar ve velayetin kapsamını şu şekilde açıklar:

Madde 339: Ana ve baba, çocuğun bakım ve eğitimi konusunda onun menfaatini göz önünde tutarak gerekli kararları alır ve uygularlar.

Çocuk, ana ve babasının sözünü dinlemekle yükümlüdür.

Ana ve baba, olgunluğu ölçüsünde çocuğa hayatını düzenleme olanağı tanırlar; önemli konularda olabildiğince onun düşüncesini göz önünde tutarlar....


Madde 340: Ana ve baba, çocuğu olanaklarına göre eğitirler ve onun bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâkî ve toplumsal gelişimini sağlar ve korurlar........


Madde 341: Çocuğun dinî eğitimini belirleme hakkı ana ve babaya aittir.

Ana ve babanın bu konudaki haklarını sınırlayacak her türlü sözleşme geçersizdir.

Ergin, dinini seçmekte özgürdür. (Nasıl medeni kanunsa dinden filan bahsediyor)


Dolayısıyla "reşit olmayan kız öğrenci", kanunen ana ve babasının sözünü dinlemekle yükümlü, bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaki ve toplumsal gelişimlerini de ana ve babasının kendilerine sundukları imkanlar doğrultusunda sağlayabilen bir insandır.Ayrıca yine kanunen, ana ve babası isterse bu kişiye dini eğitim de sağlayabilir.

Gelelim cümlenin ikinci kısmına. Burada potansiyel bir tehdit algısı var: "... başlarının örtülmesine yönelik her türlü uygulama ve girişime karşı.." ve son olarak temenni ya da tavsiye mahiyetinde "...hukuki, idari ve toplumsal tüm önlemler alınmalıdır." Yani başı örtmek tehlikeli bir davranıştır ve bunun engellenmesi gerekmektedir.

Sayın hocalarıma şunu sormak isterim: Ergin olsun ya da olmasın, bir kız öğrencinin başını örtmesinde nasıl bir sakınca görmektesiniz ki, böyle bir davranışın engellenmesine yönelik tedbirlerin alınmasını istiyorsunuz? Bir kız çocuğunun yasal velayetini taşıyan ana ve babası, onu başını örtmeye ikna etmişse, bu başkalarını neden tedirgin etsin? Elbette çocuğa fiziki baskı uygulanmışsa, buna başta kolluk kuvvetleri olmak üzere tüm toplum karşı çıkmalıdır. Ama çocuk ister ailesinden ya da çevresinden aldığı dini telkinler dolayısıyla olsun ya da tamamen başka sepeplerden olsun, başını örtüyorsa buna kimsenin karışmaya hakkı yoktur.

Çocuk dışarda başını örtebilir ama okulda örtemez demek de tutarsız bir iddiadır. Ailesinden baskı görerek başını örtmek zorunda kalan bir kızla, bürokrasi tarafından okulunda başını zorla açmak zorunda kalan kızın psikolojik durumu arasında nasıl bir fark vardır?

Okullarımızda insanların bireysel tercihlerine yasaklamalar getirilmemelidir. Eğitimin asıl amacı, insanlara öncelikle birey olmanın vasıflarını öğretmek olmalıdır. İster ailelerinden, ister "mahalleden", isterse de bürokrasiden gelecek her türlü baskı veya yönlendirmeye karşı bireysel tepki verebilme yetenekleri geliştirilmelidir. Onlar adına karar alan, yaşamlarını kendi düşüncelerine göre yönlendirmek isteyenlere karşı, hür fikirlerini savunabilecek ve her türlü baskıya göğüs gerebilecek insanlar yetiştirilmelidir.

Kimse, etrafındaki insanlar başörtüsü takıyor/takmıyor diye başörtüsü takmak/takmamak zorunda değildir. Kimse de etrafındaki insanlar başörtüsü takıyor/takmıyor diye üzerinde bir baskı hissetmemelidir.

Uygulanacak eğitim ile, hem insanların başkalarına bireysel tercihlerinden ötürü baskı yapması engellenmeli, hem de bir baskı varsa, buna karşı durabilecek özgür bireyler yetiştirilmelidir. Farklılıkların kavga sebebi değil, toplumsal zenginliğin bir göstergesi olduğu aşılanmalıdır. Bireylerin herşeyden önce insan olmalarından dolayı saygıyı hakettiklerinin altı çizilmelidir. Yanlış olduğuna inandığı bir fikir veya eyleme karşı tepkisini, medeni ölçüler içerisinde gösterebilecek donanımda bireyler yetiştirilmelidir.

16.12.08

Bir Devrim Hikayesi

Hayatımızın her yerini kapladılar. "Onlara" göre herkes mutlaka "onlardan" olmalıydı. Yürüttükleri beyin yıkama operasyonlarıyla, bırakın beş yaşındaki çocukları, koca koca adamların bile gözlerini kör ettiler. Gece gündüz, radyo televizyon demeden her gün kendi propogandalarını yaptılar. Yıllardır gazete manşetlerinde hep "onlar" oldu. Öyle bir baskı kurdular ki, kendilerini "onlardan" hissetmeyeni aşağıladılar, dalga geçtiler.

Kimi zaman bu ilüzyonun farkına varıp, gerçeklerin peşine düşenler çıktı. Gerçeklerin ortaya çıkması için bir devrimin gerçekleşmesinin bilincindeydiler. Devrim için kollarını sıvadılar. Düzene karşı çıktılar. Ne zaman ki dikkatleri fazlaca çekmeye başladılar, kurdukları sanal imparatorluğun tehdit altında olduğunu anlayan güçler devreye girdi. Zayıf bir çığlıktan öte geçemeyen bu devrim teşebbüsünü bertaraf etmek, "onlar" için zor olmadı. İlk devrimciler, uzun süre kendilerine gelemeyecekleri bir tokatla bertaraf edildiler.


Ancak ilk devrimcilerin çaktığı kibrit, her şeyi aydınlatmasa da, silüetin mahiyetini belleklere kazımayı başarmıştı. Onlardan alınan kıvılcımla başka bir yerde, başka bir devrim ateşi parıldadı. İkinci devrim için kollar sıvandı, düzene karşı çıkıldı. Bu sefer sadece dikkatleri üzerlerine çekmekle kalmayıp somut başarılar elde ettiler. Umutlar yeşerdi; artık gerçeklerin ortaya çıkma zamanı gelmişti. Tek yapılması gereken devrim ateşinin daha geniş kitlelere taşınmasıydı. Umutlar sarardı; beklenen yayılma nedense gerçekleşmiyordu. Ve umutlar tükendi. "Onlara" karşı devrim yaptığını sandıklarımız, "onlardan" biri olup çıkmıştı. İkinci devrimciler de kendilerini "onlardan" görmeye başladıktan sonra, o devrimci günlerindeki başarının kıyısına bile bir daha yaklaşamadılar ve meydan yine "onlara" kaldı.

Aradan yıllar geçti. "Onların" hükümdarlığı her geçen gün daha da perçinlendi. Artık onları sorgulayan kimse de kalmamıştı. "Onlara" karşı çıkma ihtimali olan toplulukların başlarında bile "onlardan" olduğunu gizlemeyen insanlar bulunmaya başladı. Başladığı günden beri durmadan devam eden propoganda, işlevini yerine getirmiş, mevcut durum toplumun her kesimince kanıksanmıştı. Toplum, artık "onlardan" olduğunu kabul etmişti.

Tüm bu çerçevenin dışında ise, olanı biteni hüzünle seyreden bir çift göz vardı. Yıllar önce sesini duyurmaya çalışırken yediği darbeyle savrulan, bildiği gerçekleri haykıramamanın acısıyla yaşamaya alışmış birinci devrimcilerin gözüydü bu. Artık onlar da ümitlerini kesmişti. Pek çokları inancını yitirmişti. Belki de artık nesillerinin tükenmekte olduğunu düşünüyorlardı. Bir kuşak sonra gerçeğin ne olduğunu bilen kimse kalmayacaktı belki de...

Derken bir gün bir şey oldu. Gelişen çağın nimetlerinin birinin içinde devrimin simgesini gördüler. Parolayı gören hemen soluğu onun yanında almaya başladı. Ve o güne kadar, belki de hep tek başına kaldığını hisseden devrimci, yalnız olmadığının farkına vardı. Gerçeği bilenler kadar, gerçeği arayanlarla beraber sayıları gün geçtikçe arttı. Bilgilerini ve tecrübelerini birbirlerine aktardılar.

Öncelikle devrimin simgesini, eski gücüne kavuşturmak için çabaladılar. Bu çaba, ardı ardına gelen başarılarla meyve vermeye başladı. Sıra artık gerçeklerin ortaya çıkarılmasına, devrimin fiiliyata dökülmesine geldi. Yıllar önce teşebbüs ettikleri ilk devrimden edindikleri tecrübeyle, bu sefer nasıl hareket etmeleri gerektiğinin bilincindeydiler.

Ve devrimin ilk kıvılcımı, "onların" kalelerinin birinin önüne bırakılan karanfillerle pırıldamaya başladı...