30.4.09

Hayfa Vehbi

10 Mart 1970, güney Lübnan doğumlu manken, aktris ve şarkıcı. 16 yaşında güney Lübnan güzeli seçildikten bir yıl sonra, Lübnan güzellik yarışmasında ikinci oldu. Ardından pek çok dergide modellik yaptı. Rotana müzik şirketinin desteğiyle 2002 yılında ilk albümü olan Hüvel Zaman'ı çıkardı. Arap dünyasında büyük yankı uyandıran bu albümünün üzerine 2005'te Beddi İyş, ve 2008'de Habibi Ene'yi çıkardı.

Şii kökenli bir aileden gelen Hayfa, 1982 yılında, İsrail'in Lübnan'ı işgali sırasında kardeşini yitirmiştir. Üç kız kardeşi daha vardır. 24 Nisan 2009'da Mısırlı bir işadamıyla Beyrut'ta evlenen Hayfa'nın, daha önceki evliliğinden bir kız çocuğu bulunuyor.



13.4.09

Rasyonel Abi

Soru: Sevgili Rasyonel Abi, ben hayatının baharında 20 yaşında bir gencim. Geleceğim için önemli kararlar vermek istiyorum. Bu kararlardan biri için senin yardımına ihtiyacım var. Sence ben hayatımın geri kalan kısmında "Ergenekoncu" mu olmalıyım yoksa "Deniz Fenerci" mi? Yardım edersen sevinirim. (Lüleburgaz'dan Cevat)


Cevap: Cevat'cığım, sorunun cevabını rasyonel seçim teorisini kullanarak bulabiliriz. Rasyonel Seçim Teorisine göre, yaptığın seçimin, fayda fonksiyonunu maksimize etmesi gerekir.

Bir fonksiyonun maksimum olması için birinci türevinin sıfıra eşit olduğu yerde ikinci türevinin sıfırdan küçük olması gerekir.

Şimdi mukayeseli üstünlükler kavramını kullanarak senin seçimine konu olan iki fonksiyonu irdeleyelim.

Ergenekon fonksiyonunun birinci türevini alalım. Karşımıza e-muhtıra çıktı. Bunu sıfıra eşitlersek; e-muhtıra=0, burdan e=muhtıra çıktı. Bunu koy bir kenara. Şimdi ikinci türevini alalım... karşımıza 28 Şubat çıktı. 28 > 0. Gördüğümüz gibi Ergenekon fonksiyonunun ikinci türevi pozitif. Bu demektir ki bu fonksiyonun maksimumu yok, minimumu var. Oysa rasyonel seçim teorisi için maksimumu bulmak gereklliydi. Demek ki Ergenekonu eliyoruz.

Gelelim öteki fonksiyona. "Deniz Feneri" fonksiyonunun birinci türevini alalım... R+ük çiktı, bunu sıfıra eşitlersek; R+ük=0, burdan R=-ük. Koy bunu kenara. Şimdi ikinci türevini alalım...Karşımıza Kanal 7 çıktı. 7 > 0. Gördüğümüz gibi Deniz Feneri fonksiyonunun da ikinci türevi pozitif, yani bunun da maksimumu yok, minimumu var. O zaman onu da eledik.

Peki şimdi ben ne yapacağım diye sorarsan sana başka bir fonksiyon önereceğim. Bu fonksiyonun adı "İnsan" fonksiyonu. Al birinci türevini... Maymun veya Adem-Havva çıktı. Bunu matematiksel olarak Maymun/(Adem-Havva) olarak yazıp sıfıra eşitlersek, burdan Maymun=0 ve Adem≠Havva çıktı. (Bak Cevat'cığım bu sonuçlarla hem Darvinizmi hem de Feminizmi çürütmüş olduk. İşte bilimsel yöntemleri kullanmanın güzelliği burada. Hiç alakasız sandığın bir konuda araştırma yaparken başka başka konularla ilgili sonuçlar bulabilirsin.) Şimdi ikinci türevini alalım. Bu fonksiyonun ikinci türevi sıfır. Kalkülüsün yetmiş ikinci kuralına göre ikinci türevi sıfır olan fonksiyonlar "Doğrusal" fonksiyonlardır. Doğrusal fonksiyonların ne maksimumu ne de minimumu olur. Diğer iki fonksiyonla karşılaştırıldığında, fayda fonksiyonunu minimum yapmayan bu fonksiyonun Rasyonel Seçim Teorisi tarafından onaylandığını görürsün.

İşte Cevat'cığım sen de rasyonel bir birey olmak istiyorsan, hayatının baharında vereceğin bu kararla "insan" olmayı seçmelisin.

8.4.09

Obama Namaza Yetişebildi mi?

44. ABD Başkanı Barack Hussein Obama, İstanbul'u ziyareti sırasında tarihi Tophane-i Amire binasında genç gazetecilerle bir araya geldi. Demokrasi, insan hakları... vs. ye dair vaazının ardından, gençlerin sorularını almak üzere sözü onlara bıraktı. Ancak sözü bırakmadan önce dikkat çekecek bir şey yaptı. Söylediğine göre ezan okunmasına yarım saat varmış da ezan okunmadan önce programı bitirmek zorundaymış. Sayın Obama, herhalde ailesinin müslüman üyelerinin anısına müslüman bir ülkeye gelmişken iki rekat namaz kılayım bari diye düşünmüş olabilir. Ya da seçim mitinglerinde Sayın Erdoğan'ın ezan okunurken sustuğunu görünce, Türkiye'de ezan okunurken konuşmanın yasak olduğunu sanmış olabilir. Biliyoruz ki, ağzından çıkan her lafın danışmanları tarafından dikte edildiği başkan, bu sefer de işgüzar bir danışmanının oyununa gelmiş olmalı.

Anladık Sayın Başkan ve değerli amerikalılar, müslümanları artık öldürmeyeceksiniz, onlarla yakın ilişkiler kurma peşindesiniz de, bu kadar abartılı yaklaşımlar da artık düşüncelerinizin samimiyeti konusunda kuşku uyandırıyor haberiniz olsun.

Programda ilgi çekici diğer bir olay da, genç gazetecilerin, Sayın Obama'ya gerçekten hedefini vuran sorular yöneltmeleriydi. Bilmiyorum, bu sorular da daha önceden danışmanlar tarafından özenle seçilen sorular mıydı? Ancak ben iyi niyetle yaklaşarak bu soruların gerçekten genç beyinlerden çıktığını düşünerek devam ediyorum.

ABD'nin Kyoto Anlaşması'nı neden imzalamadığı hakkındaki soru, gerçekten çarpıcıydı. Sayın Obama'nın verdiği cevap ise umut vericiydi. Bir başka soruyu yanıtlarken Sayın Obama'nın, İran'dan nükleer araştırmalarını durdurmalarını talep ederken, kendi nükleer silahlarını da azaltması gerektiğinin altını çizmesi de yeni Amerikan çizgisinin ümit veren başka bir yönünü ortaya koydu.

Kürdistan ve Filistin sorununa yönelik verdiği cevaplar da Obama'nın dersini iyi çalıştığını gösterir nitelikteydi. Heralde çalışmadığı yerden gelen tek soru da "Davos'ta Tayyip Erdoğan'ın yerinde siz olsaydınız ne yapardınız?" oldu ki, bu soruyu "Yorum Yok" diyerek geçiştirdi.

Allah'tan, İngiltere'de katıldığı benzer bir programda Hırvat asıllı bir öğrencinin "Adınızın Hırvatça'da 'şeftali' anlamına geldiğini biliyor muydunuz?" şeklindeki sorusuna benzer bir soru gelmedi. "Sayın Obama, Türkçe'de Barak'a çok benzeyen bir sözcük var bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz?"

Genç gazeteci arkadaşlarımızın böylesine cevaba yönelik, cesur sorular sorması, aklıma başka bir senaryoyu getirdi. Acaba genç gazeteciler yerine Bab-ı Ali'nin duayenleri bu programda Obama'ya soru sorsaydı nasıl olurdu?

Bir kere Sayın Obama, "ezana az kaldı sorularınızı ezana kadar sorun" der demez, stüdyoda kimse kalmazdı. Yarısı " ben böyle irticacı adamı muhatap alıp soru moru sormam" deyip çıkar gider, diğer yarısı da "namaz vaktine az kalmış, şimdi namaz vakti burda oturursak vatandaş namaz kılmadığımızı anlar biz de en iyisi çıkalım" diye kapının yolunu tutardı.

Neyse biz Sayın Obama'nın namazı niyazı işin içine karıştırmadığını varsayarak devam edelim. Büyük ihtimalle şöyle sorular ortaya çıkardı:

1. Diyir Mistir Prezidınt (adam ingilizce biliyo ya gösterecek illa, gerçi telaffuz biraz bozuk ama idare eder). viç van is greytır, Atatürk or Corç Vaşingtın? (Atatürk mü büyük George Washington mu? diye süper bir soru)

2. Sayın Obama, Sovyetler Birliği'nin çöküşü hakkında ne düşünüyorsunuz? (Hocam o dediğin devlet çökeli yirmi beş yıl oldu, istersen Osmanlı'nın ya da Roma'nın çöküşü hakkındaki fikirlerini de sorsaydın)

3. Sayın Obama, laiklikten demokrasiden dem vurup durdunuz, ama Amerika'da hala başörtülü öğrenciler, kippalı yahudiler üniversitelere girebiliyor. Siz önce laikliğin demokrasinin ne demek olduğunu öğrenin ondan sonra gelip bize ders verirsiniz. (Soru soracaktı ama yorum yaptı. Olsun zaten maksat bir şey öğrenmek değil adamı morartmak)

4. Sayın Obama Davos'ta Tayyip Erdoğan'ın yerinde siz olsaydınız ne yapardınız? (Aha bu soruyu genç gazeteciler de sormuştu. Tamam gençler iyi yoldalar güzel sorular soruyolar dedik ama hepsi demedik.)

Bu sorularla karşılaşan Obama'nın cevabı ne olurdu dersiniz. "Yorum yok" deyip geçerdi heralde. Zaten soruların amacı cevap almak değildi. Ama adamın ten renginden dolayı morarıp morarmadığı da anlaşılamayacağı için gazeteci duayenlerimiz açısından da tatmin edici bir sonuç elde edilemezdi heralde.

2.4.09

Eskişehir Hollywood Olur mu?

Son yıllarda, Eskişehir, film endüstrisinin özel ilgi gösterdiği bir merkez haline geldi. "Köprü" dizisinin şehirde çekilmesiyle başlayan ilgi, "Usta" ve "Yengeç Oyunu" adlı sinema filmlerinin setlerini şehire taşımasıyla devam etti. Bunların yanı sıra setlerini olmasa da konularını Eskişehir'e taşıyan "Belalı Baldız" dizisi ve "Devrim" filmi de sektörün Eskişehir'e olan ilgisini gösterir nitelikteydi. En son, Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Prof. Yılmaz Büyükerşen'in de, varolan bu ilgiyi artırabilmek için çalışmalar yapacağını ifade etmesi, Eskişehir'in Türkiye'nin Hollywood'u olabileceği konusundaki tezleri gündeme getirdi.

Hollywood'da ilk film çekimini 1910 yılında yönetmen David Griffith gerçekleştirdi. Merkezi New York'ta bulunan "Biograph" adlı şirket için çalışan yönetmen, "In Old California" (Eski Kaliforniya'da) adlı sessiz filmin çekimleri için önce Los Angeles'a geldi. Yeni ve farklı yerler denemek amacıyla tesadüfen keşfettiği Hollywood'a kamerasını çevirmesiyle bu küçük köyün de kaderini değiştirmiş oldu. Hollywood'da kaldığı bir kaç aylık süre içinde çektiği diğer filmlerle beraber New York'a dönen yönetmenin büyük başarı sağlaması, diğer yapımcıların dikkatlerini de Hollywood'a çekti. Özellikle film makinasının mucidi ve patent sahibi Thomas Edison'un, çekilen filmlerden büyük miktarlarda istihkak alıyor olması yapımcıları güç durumda bırakıyordu. Bu yüzden Hollywood, Edison'dan uzak, yeni yerler arayan yapımcılar için de bulunmaz bir nimet oldu.

Nestor Stüdyoları, Hollywood'da ilk stüdyoyu kuran firma olarak tarihe geçti. 1911 yılında kurulan stüdyo bir yıl sonra, Universal Film Stüdyolarıyla birleşti. Hollywood'un, yılın her mevsimi stüdyo dışında da film çekmeye elverişli doğası ve iklimi, kısa sürede diğer yapımcıları da yöreye sevketti. 1915 yılına gelindiğinde başta Paramount Pictures, Metro_Goldwyn_Myer, Warner Bros., 20th Century Fox gibi büyük yapımcılar olmak üzere irili ufaklı pek çok prodüksiyon şirketi Holywood'da stüdyolarını çoktan kurmuştu.

1920'lerin sonlarında sesli filmlerin de üretilebilmesiyle, daha çok izleyiciye kendini sevdiren Hollywood sineması da altın çağına girmiş oluyordu. Günümüzde her ne kadar sinema sektörü artık o ilk halinden oldukça farklı bir yapıya evrilmiş olsa da, Hollywood, sektör içindeki yeri ve önemini asla yitirmedi. Yirminci yüzyılı küçük bir köy olarak karşılayan Hollywood, yirmi birinci yüzyıla tüm dünyaya adını duyurmuş bir marka olarak adım attı. Pek çok büyük şirket artık stüdyolarını bölge dışına taşımış olsa da, Hollywood sahip olduğu marka değerinden kolay kolay bir şey kaybedecek gibi gözükmüyor.

Eskişehir'de de sinema adına böylesine bir marka oluşturmak mümkün olabilir mi? Görünen o ki, David Griffith'in Hollywood'u keşfettiği gibi, Eskişehir de artık yönetmenler tarafından keşfedilmiş bir mekan. Eskişehir'de ortaya çıkarılan eserlerin başarılı sonuçlar vermesi, kuşkusuz daha çok yapımcıyı buraya yönlendirecektir. Hollywood kadar olmasa da, yılın büyük bir bölümü film çekmeye elverişli doğası ve ikliminin yanı sıra, uçsuz bucaksız film stüdyolarının kurulabileceği geniş arazilere sahip olması Eskişehir'i bu konuda avantajlı duruma getiriyor. Bünyesinde barındırdığı sinema ve televizyon okuluyla, sektörün ihtiyaç duyabileceği teknik donanım ve personel desteği en üst seviyede verme potansiyeline de sahip bir şehir burası. Modern kimliği ve zengin sosyal imkânlarıyla, yıldız oyuncuların arzu edeceği rahatlığı sunabilecek düzeyde bir yapıya da sahip.

Her ne kadar, film stüdyosu kurulması açısından öncülüğü Antalya’ya kaptırmış olsa da, bu farkı kapatmak mümkün. Yapımcıların ve sektöre yatırım yapmayı düşünen girişimcilerin şehirin avantajlarıyla ilgili daha fazla ve daha sık bilgilendirilmeleri gerekiyor. Yatırımları konusunda onları cesaretlendirecek yasal düzenlemelerin de bir an önce sonuçlandırılması bekleniyor. Yerel idareciler ve bürokratların konuya yeterli ilgiyi göstermesiyle, Eskişehir Türk sinema sektöründe yükselen bir yıldız olmaya aday görünüyor. Antalya ile girişecekleri muhtemel rekabetten de, Türk sinemasının kazançlı çıkacağı açık.