Eskilerde de böyleydi herhalde ama son zamanlarda sanırım
daha da koyulaştı, artık “eleştirinin” her türü “düşmanlık” olarak kabul
ediliyor.
Ortak algıya göre “düşmanlar” eleştirir.
Bu değerlendirmenin tersi de tabii geçerli, dostlar da
över.
Dostluğa biçilen kıymet de böylece ortaya çıkıyor,
dostsan öveceksin.
“Ne yapalım bu da böyle işte” deyip geçebileceğimiz bir
durum değil bu, karşımızda duran “toplumsal algı” aynı zamanda “korkunç” bir
“hatasızlık” önkabulüne dayanıyor.
Herkese göre tuttuğu taraf “mutlak bir haklılığa” sahip
ve tümüyle hatadan azade.
Eleştirilecek hiç bir yanı yok.
Ona “bak böyle davranırsan sonu iyi bitmeyecek” demek bir
yardım etme, düzeltme isteğinden kaynaklanmıyor, çünkü o hiçbir düzeltmeye
gerek duymayan bir hatasızlık çizgisinde yürüyor.
Hiçbir uyarıya ihtiyacı olmayan bir “mükemmeliyeti”
eleştirmek de yalnızca düşmanlıkla açıklanabilir tabii.
Sizce bu sağlıklı bir duygu ve düşünce dünyasının işareti
mi?
Daha da ürkütücü olanı, bu önkabulün dışına çıkabilen
kimse yok.
Dehşet verici bir taleple karşı karşıyayız, “beni öv”,
“ne yaparsam yapayım onun doğru olduğunu kabul et”, “sakın beni eleştirme,
düzeltme, uyarma”.
Neden?
“Çünkü ben hatadan münezzehim, ben hatasızım, ben mutlak
haklılığı ve doğruluğu temsil ediyorum.”
Bir bakın etrafınıza, bu tavrın dışında bir tavırla
karşılaşacak mısınız?
Toplum öbeklere ayrılmış ve her öbek bir “küçük tanrı”,
sadece o haklı ve herkes haksız, sadece o doğru başka herkes yanlış.
Bir toplumun belkemiği böyle kökünden çarpıldı mı
“eleştiri” düşmanlık olur, dostluk “dalkavukluğa” indirgenir.
Dünyanın en büyük rezili de olsan eğer “översen” seni
dost diye bağırlarına basmaya hazırlar, bir “değerler hiyerarşisi”, dostu
düşmanı birbirinden ayıracak bir algı açıklığı, eleştiriyi içine sindirebilecek
bir özgüven yok.
Herkes kendini Olympos Dağı’nın tepesinde “yapayalnız”
görüyor, bir tanrı olmanın mükemmeliyetine ve bir yalnızın kırılganlığına
sahipler.
Bu hastalığa sahip olan bireylere galiba psikiyatride
“narsist” diyorlar, bu hastalığa sahip toplumlara ve gruplara ne diyorlar
bilmiyorum.
Biz bu ülkedeki hemen hemen her grubu hatasını gördüğünde
eleştiren bir gazeteyiz, eleştiriyi bir “düşmanlık” olarak görmediğimizi de bu
gazete hakkındaki en sert, en acımasız, zaman zaman en saldırgan eleştirileri
gene bu gazetede basarak göstermeye çalışıyoruz.
Bu gazeteyi, bu gazetede AKP’liler, BDP’liler, PKK’lılar,
CHP’liler, solcular, sağcılar, dindarlar, dinsizler, Sünniler, Aleviler,
Fenerbahçeliler eleştirdiler.
Taraf’ı eleştirmekte sonsuz bir özgürlüğü kendilerine hak
görenler Taraf’ın eleştirilerini “düşmanlık” olarak değerlendirdiler.
Bu “çifte standart” da sanırım “narsizmin” başka bir
parçası.
Filmlerde görürsünüz, yabancı ordularda bir “ast”,
“üstünün” fikrini doğru bulmadığında, ona karşı çıkarak kendi fikrini
açıklarken söze “bütün saygımla” diye başlayarak “sadece o fikri doğru
bulmadığını, üstüne baş kaldırmadığını” anlatmak ister.
Bu toplumda bütün gruplar “üst”, nedense bireyler de
“ast” olduğundan biz de eleştirilere artık galiba benzer bir kalıpla
başlamalıyız, “bütün saygımla, dostça söylüyorum ki...”
“Bütün saygımla söylüyorum ki” kötü bir karmaşaya doğru
gidiyoruz.
Düşmanlık algısı çok güçleniyor.
Fenerbahçe taraftarıyla Gülen Cemaati arasındaki gerilim
bile yaşanan korkutucu tuhaflığı ortaya koyuyor, bir spor camiası bir din
camiasını düşman olarak kabul ediyor.
Galatasaray maçına giden Fenerlilerin anlatımından
anlaşıldığı kadarıyla polisin vahşice davranması, insanları dövmesi, gaz
bombalarına tutması, polisin Gülen Cemaati’ne bağlı olduğuna dair kısa vadede
değiştirilmesi pek mümkün gözükmeyen algıyla birleşince düşmanlık her türlü
provokasyona açık hale geliyor.
Benzin istasyonuna molotofkokteylleri atılıyor.
Bu olayları ve bu tür gerginlikleri küçümsemeyin,
Bizans’ın en büyük ayaklanmalarından biri olan “Nika İsyanı”, hipodromda
“yeşillerle maviler” arasındaki rekabetten patlamıştı.
Toplumdaki patlamaya hazır bu damara Kürt meselesini,
yeniden yükselmeye başlayan çatışmaları, Uludere katliamının Kürtlerin ruhunda
yarattığı büyük kırılmayı, “poşudan” 11 yıl hapse mahkûm olan genci, Alevilerin
huzursuzluğunu, kültürel çatışmaları ekleyin.
Buradan bela çıkar.
“Bütün saygımla söylüyorum ki” bu durumu “başkanlık”
seçimlerine kadar “idare” etme imkânı yoktur.
Benim görebildiğim kadarıyla bu toplumun tutulduğu
hastalığı ancak gerçek bir “adaletle”, adaletin adilce uygulanmasının yarattığı
güvenle, eşitlikle, özgürlükle tedavi etmek mümkündür.
İktidar derhal bir adalet reformuna gitmezse, topluma
güven veremezse, eşitlik duygusu yaratmazsa, devlette keyfiliği engelleyemezse,
devletin bazı birimlerinin cemaatlerin eline geçebileceği algısını
değiştiremezse kötü işlerle karşılaşırız.
Hiç unutmayın, böyle kıpır kıpır bir fay hattından deprem
çıkarmaya bazen bir futbol maçı bile yeter.