Bütün canlılar içlerinde bir program taşıyorlar.
Ve, o programla çoğalıyorlar.
Düşünsenize, bir damla erkek spermi minicik bir dişi yumurtasıyla buluşuyor, bütünleşiyor ve yumurtadaki programla, spermdeki program birlikte çalışmaya başlıyor.
Yeni bir canlı oluşuyor.
Beyni, akciğerleri, kalbi, midesi, pankreası, dalağı, kan damarları, elleri, kolları, ayakları, parmakları şekilleniyor.
Birkaç istisna dışında bütün insanlarda bu organlar hep aynı yerde.
Kılcal damarlar hep aynı yerlerden geçiyor.
Damarlarda dolaşan kanın miktarı, yapısı herkeste aynı.
Ama tanrı, iki damladan bir canlı inşa etme mucizesiyle yetinmiyor.
Hepsinin kılcal damarlarının dağılımı, karaciğerinin işlemesi birbirine benziyor ama hepsinin bir başka “ruhu”, bir başka zihni, bir başka karakteri oluyor.
Bedensel faaliyetleri nerdeyse tıpatıp aynı ama gene de tümüyle birbirinden farklı milyarlarca insan çıkıyor ortaya.
Tanrı, bununla da yetinmiyor.
Bütün bu insanlara birbirinden farklı parmak izleri veriyor.
Altı milyar birbirine benzemeyen parmak izi yapıyor.
Parmağınızın ucuna bakın, o küçücük yerde altı milyar farklı şekil yaratmanın ne demek olduğunu düşünmek bile, bir insanın nasıl mucizevî bir yaratık olduğunu anlamaya yeter.
Bu mucize binlerce yıldanberi tekrarlanıyor.
O kadar çok tekrarlanıyor ki biz bir “mucize” ile karşı karşıya olduğumuzu unutuyoruz.
Mucize, sıradanlaşıyor bizim gözümüzde.
Kıymetini bilmez hale geliyoruz.
Tanrı mucizelerini yaratıyor ve biz büyük bir nankörlükle o mucizeleri yok ediyoruz.
Aslında, gelişmişlik ve ilkellik, tanrının mucizesine gösterilen özende billurlaşıyor.
İnsan denen mucizenin kıymetini bilmek, gelişmişliğin en önemli işareti.
İlkellik ise, o mucizenin değerini anlamamak ve insanlara hor davranmakla gösteriyor kendini.
Bu açıdan baktığımızda, Şili’deki 33 madenciyi yedi yüz metre toprak altından kurtarmak, herhalde insanlık tarihinin en büyük “ibadetlerinden” biri.
Tanrının yarattığına gösterilen bu özen, onun mucizesine gösterilen bu saygı, insan canını kurtarmak için sarf edilen bu emek, sadece bir gelişmişliğin, insan değeri bilmenin değil, o insanları yaratan “kudrete” duyulan saygının da en büyük göstergesi.
Bilmiyorum dindarlar ne düşünür, ne der ama hangi ibadet, hangi ayin, tanrının yüceliğine, yaratıcılığına, kudretine, eserlerine daha fazla saygı gösterebilir, onu daha fazla memnun edebilir?
Bir de tersini düşünün.
İnsan canına değer vermemeyi düşünün.
İnsanlarınızın yeraltında kalmasına, binlerce ton toprağın altında ezilip yok olmasına, o mucizenin parçalanmasına göz yummayı düşünün.
Bundan daha büyük bir günah olabilir mi?
Böyle baktığınızda, Şili’de kutsal bir ibadetle insanlar kurtarılırken, en büyük günahlar bizim topraklarımızda işleniyor.
Ölmemesi mümkünken sadece aldırmazlık yüzünden ölen her insanla birlikte hepimiz büyük bir günaha girmiş, bir mucizeye ihanet etmiş olmuyor muyuz?
Tanrı, kâinatı tasarlayan, onun içindeki mucizeleri şekillendiren büyük ve eşsiz bir sanatçı gibi gözükür bana.
Her gün gidip o “sanatçının” önünde eğilen, onu selamlayan, ona hürmet eden ama onun eserlerine kabaca, barbarca, aldırmazca davranan, onun mucizelerini hiçe sayan insanlar düşünün.
O “sanatçı”, mucizelerine kötü davrananları sever miydi?
Sadece “kendisine” değil “eserlerine” de saygı gösterilmesini beklemez miydi?
Dindarlar cehaletimi bağışlasınlar ama ben, dinin, sadece tanrıya değil, onun eserlerine de saygı gösterilmesi anlamına geldiğine inanıyorum.
Bir insanın canını kaybetmesine göz yummak da değil sadece, o insanın mutluluğuna engel olmak, onun haklı isteklerini yok saymak, onu acılara ve kederlere terk etmek de bana büyük bir günah gibi gözüküyor.
Her insan tanrının bir eseriyse, onun bir mucizesiyse eğer, o esere saygısızlık etmek tanrıya da saygısızlık etmek anlamına gelmez mi?
Şili’de büyük bir ibadetin gerçekleştiğine inanıyorum.
Ne yazık ki kendi ülkemde büyük günahların işlendiğini düşünüyorum.
Ve, Tanrı, cehennemini, kendisinden ziyade eserlerine hürmetsizlik edenler için yapmıştır sanıyorum.
14.10.2010
25.12.10
24.2.10
Hatasız Kul Olmaz
Elektro bağlamanın bas gitar desteğiyle jazz-rock tadında yaptığı açışa, akustik bağlama ve davul 2/4'lük Ankara oyun havası ritmiyle eşlik eder. Ardından gelen obuanın jazz solosu melodiyi verir. Alt yapıda darbuka ritimlerine sürekli önde akustik bağlama arkada bas gitar eşlik ederken, geçişlerde yaylılar duyguyu ayarlar. İkinci bölümde trompet jazz solosuna, geçişlerde akustik bağlama yol gösterir. Yaylıların bölümün sonunda yukarı taşıdığı entonasyonu elektro-gitar jazz ezgileriyle geri çevirir. Esere sürekli eşlik eden kostak ritmi sözlere geçişi sağlar. Akustik bağlama ve bas gitar eşliğinde Orhan Gencebay söze girer:
HATASIZ KUL OLMAZ geçişler akustik bağlamayla sağlanır. Kostak ritim sürekli destek halindedir. HATAMLA geçişte bağlamaya yaylılar eklenir. SEV BENİ...DERMANSIZ... DERT OLMAZ... DERMANA... SAL BENİ...KAYBETTİM ritm veren bağlama ve vurmalılara eşlik eden bas gitar haricinde melodiyi insan sesi yönlendirir.KENDİMİ... NE OLUR... BUL BENİ..YORULDUM... HALİM YOK... SEN GEL DE... AL BENİ...Bölüm sonunda yaylılar melodiyi tize taşır. Trompet öncülüğünde bağlamaya Orhan Gencebay eşlik eder: FERYADA... GÜCÜM YOK... FERYATSIZ... DUY BENİ..SEVENLERİN... AŞKINA... NE OLUR... SEV BENİ...SEV BENİ.. Trompetlerle en tiz seviyeye ulaşan melodiyi elektro bağlama, mükemmel jazz solosuyla önce yukardan aşağı sonra da aşağıdan yukarı toparlayıp bateri atağıyla introdaki yapıya bağlar. Ezgi tam toparlanmışken solist tekrar söze girer BU FERYAT... BU HASRET geçişler bağlama ve trompetle sağlanır. ÖLDÜRÜR AŞK BENİ..UZAKTAN OLSA DA.. RAZIYIM... SEV BENİ..geçişlerde artık yaylılar hüküm sürer..RAZIYIM... SEV BENİ...Eserin en başından beri gelen kostak ritmi burada, üstadı elektro bağlamaya yer açar. Elektro-bağlama önce bir bozlak solo girer, ne olduğunu anlamadan jazz ezgisiyle buluşur. Biraz uzun hava biraz jazz derken bateri elektro bağlamanın solosuna noktayı koyar. ÜMİTSİZ... YAŞANMAZ... SEVMEMEK geçişlerde artık yaylılar iyice ön plandadır. ELDE Mİ???CAN DEMEK... SEN DEMEK... GEL DE GÖR... BENDE Mİ?? SÖZÜNDE... SİTEM VAR... KALPTE Mİ... DİLDE Mİ?? TEZ ELDEN... HABER VER... O GÖNLÜN... ELDE Mİ? Yaylılar yine melodiyi trompete teslim eder. FERYADA GÜCÜM YOK. FERYATSIZ DUY BENİ..KAYBETTİM KENDİMİ,, NE OLUR BUL BENİ..SEV BENİ..Eser elektro-bağlmanın jazz-rock solosuyla sona erer.
HATASIZ KUL OLMAZ geçişler akustik bağlamayla sağlanır. Kostak ritim sürekli destek halindedir. HATAMLA geçişte bağlamaya yaylılar eklenir. SEV BENİ...DERMANSIZ... DERT OLMAZ... DERMANA... SAL BENİ...KAYBETTİM ritm veren bağlama ve vurmalılara eşlik eden bas gitar haricinde melodiyi insan sesi yönlendirir.KENDİMİ... NE OLUR... BUL BENİ..YORULDUM... HALİM YOK... SEN GEL DE... AL BENİ...Bölüm sonunda yaylılar melodiyi tize taşır. Trompet öncülüğünde bağlamaya Orhan Gencebay eşlik eder: FERYADA... GÜCÜM YOK... FERYATSIZ... DUY BENİ..SEVENLERİN... AŞKINA... NE OLUR... SEV BENİ...SEV BENİ.. Trompetlerle en tiz seviyeye ulaşan melodiyi elektro bağlama, mükemmel jazz solosuyla önce yukardan aşağı sonra da aşağıdan yukarı toparlayıp bateri atağıyla introdaki yapıya bağlar. Ezgi tam toparlanmışken solist tekrar söze girer BU FERYAT... BU HASRET geçişler bağlama ve trompetle sağlanır. ÖLDÜRÜR AŞK BENİ..UZAKTAN OLSA DA.. RAZIYIM... SEV BENİ..geçişlerde artık yaylılar hüküm sürer..RAZIYIM... SEV BENİ...Eserin en başından beri gelen kostak ritmi burada, üstadı elektro bağlamaya yer açar. Elektro-bağlama önce bir bozlak solo girer, ne olduğunu anlamadan jazz ezgisiyle buluşur. Biraz uzun hava biraz jazz derken bateri elektro bağlamanın solosuna noktayı koyar. ÜMİTSİZ... YAŞANMAZ... SEVMEMEK geçişlerde artık yaylılar iyice ön plandadır. ELDE Mİ???CAN DEMEK... SEN DEMEK... GEL DE GÖR... BENDE Mİ?? SÖZÜNDE... SİTEM VAR... KALPTE Mİ... DİLDE Mİ?? TEZ ELDEN... HABER VER... O GÖNLÜN... ELDE Mİ? Yaylılar yine melodiyi trompete teslim eder. FERYADA GÜCÜM YOK. FERYATSIZ DUY BENİ..KAYBETTİM KENDİMİ,, NE OLUR BUL BENİ..SEV BENİ..Eser elektro-bağlmanın jazz-rock solosuyla sona erer.
Subscribe to:
Posts (Atom)