27.5.12

Bütün Saygımla (Ahmet Altan)

Eskilerde de böyleydi herhalde ama son zamanlarda sanırım daha da koyulaştı, artık “eleştirinin” her türü “düşmanlık” olarak kabul ediliyor.
Ortak algıya göre “düşmanlar” eleştirir.
Bu değerlendirmenin tersi de tabii geçerli, dostlar da över.
Dostluğa biçilen kıymet de böylece ortaya çıkıyor, dostsan öveceksin.
“Ne yapalım bu da böyle işte” deyip geçebileceğimiz bir durum değil bu, karşımızda duran “toplumsal algı” aynı zamanda “korkunç” bir “hatasızlık” önkabulüne dayanıyor.
Herkese göre tuttuğu taraf “mutlak bir haklılığa” sahip ve tümüyle hatadan azade.
Eleştirilecek hiç bir yanı yok.
Ona “bak böyle davranırsan sonu iyi bitmeyecek” demek bir yardım etme, düzeltme isteğinden kaynaklanmıyor, çünkü o hiçbir düzeltmeye gerek duymayan bir hatasızlık çizgisinde yürüyor.
Hiçbir uyarıya ihtiyacı olmayan bir “mükemmeliyeti” eleştirmek de yalnızca düşmanlıkla açıklanabilir tabii.
Sizce bu sağlıklı bir duygu ve düşünce dünyasının işareti mi?
Daha da ürkütücü olanı, bu önkabulün dışına çıkabilen kimse yok.
Dehşet verici bir taleple karşı karşıyayız, “beni öv”, “ne yaparsam yapayım onun doğru olduğunu kabul et”, “sakın beni eleştirme, düzeltme, uyarma”.
Neden?
“Çünkü ben hatadan münezzehim, ben hatasızım, ben mutlak haklılığı ve doğruluğu temsil ediyorum.”
Bir bakın etrafınıza, bu tavrın dışında bir tavırla karşılaşacak mısınız?
Toplum öbeklere ayrılmış ve her öbek bir “küçük tanrı”, sadece o haklı ve herkes haksız, sadece o doğru başka herkes yanlış.
Bir toplumun belkemiği böyle kökünden çarpıldı mı “eleştiri” düşmanlık olur, dostluk “dalkavukluğa” indirgenir.
Dünyanın en büyük rezili de olsan eğer “översen” seni dost diye bağırlarına basmaya hazırlar, bir “değerler hiyerarşisi”, dostu düşmanı birbirinden ayıracak bir algı açıklığı, eleştiriyi içine sindirebilecek bir özgüven yok.
Herkes kendini Olympos Dağı’nın tepesinde “yapayalnız” görüyor, bir tanrı olmanın mükemmeliyetine ve bir yalnızın kırılganlığına sahipler.
Bu hastalığa sahip olan bireylere galiba psikiyatride “narsist” diyorlar, bu hastalığa sahip toplumlara ve gruplara ne diyorlar bilmiyorum.
Biz bu ülkedeki hemen hemen her grubu hatasını gördüğünde eleştiren bir gazeteyiz, eleştiriyi bir “düşmanlık” olarak görmediğimizi de bu gazete hakkındaki en sert, en acımasız, zaman zaman en saldırgan eleştirileri gene bu gazetede basarak göstermeye çalışıyoruz.
Bu gazeteyi, bu gazetede AKP’liler, BDP’liler, PKK’lılar, CHP’liler, solcular, sağcılar, dindarlar, dinsizler, Sünniler, Aleviler, Fenerbahçeliler eleştirdiler.
Taraf’ı eleştirmekte sonsuz bir özgürlüğü kendilerine hak görenler Taraf’ın eleştirilerini “düşmanlık” olarak değerlendirdiler.
Bu “çifte standart” da sanırım “narsizmin” başka bir parçası.
Filmlerde görürsünüz, yabancı ordularda bir “ast”, “üstünün” fikrini doğru bulmadığında, ona karşı çıkarak kendi fikrini açıklarken söze “bütün saygımla” diye başlayarak “sadece o fikri doğru bulmadığını, üstüne baş kaldırmadığını” anlatmak ister.
Bu toplumda bütün gruplar “üst”, nedense bireyler de “ast” olduğundan biz de eleştirilere artık galiba benzer bir kalıpla başlamalıyız, “bütün saygımla, dostça söylüyorum ki...”
“Bütün saygımla söylüyorum ki” kötü bir karmaşaya doğru gidiyoruz.
Düşmanlık algısı çok güçleniyor.
Fenerbahçe taraftarıyla Gülen Cemaati arasındaki gerilim bile yaşanan korkutucu tuhaflığı ortaya koyuyor, bir spor camiası bir din camiasını düşman olarak kabul ediyor.
Galatasaray maçına giden Fenerlilerin anlatımından anlaşıldığı kadarıyla polisin vahşice davranması, insanları dövmesi, gaz bombalarına tutması, polisin Gülen Cemaati’ne bağlı olduğuna dair kısa vadede değiştirilmesi pek mümkün gözükmeyen algıyla birleşince düşmanlık her türlü provokasyona açık hale geliyor.
Benzin istasyonuna molotofkokteylleri atılıyor.
Bu olayları ve bu tür gerginlikleri küçümsemeyin, Bizans’ın en büyük ayaklanmalarından biri olan “Nika İsyanı”, hipodromda “yeşillerle maviler” arasındaki rekabetten patlamıştı.
Toplumdaki patlamaya hazır bu damara Kürt meselesini, yeniden yükselmeye başlayan çatışmaları, Uludere katliamının Kürtlerin ruhunda yarattığı büyük kırılmayı, “poşudan” 11 yıl hapse mahkûm olan genci, Alevilerin huzursuzluğunu, kültürel çatışmaları ekleyin.
Buradan bela çıkar.
“Bütün saygımla söylüyorum ki” bu durumu “başkanlık” seçimlerine kadar “idare” etme imkânı yoktur.
Benim görebildiğim kadarıyla bu toplumun tutulduğu hastalığı ancak gerçek bir “adaletle”, adaletin adilce uygulanmasının yarattığı güvenle, eşitlikle, özgürlükle tedavi etmek mümkündür.
İktidar derhal bir adalet reformuna gitmezse, topluma güven veremezse, eşitlik duygusu yaratmazsa, devlette keyfiliği engelleyemezse, devletin bazı birimlerinin cemaatlerin eline geçebileceği algısını değiştiremezse kötü işlerle karşılaşırız.
Hiç unutmayın, böyle kıpır kıpır bir fay hattından deprem çıkarmaya bazen bir futbol maçı bile yeter.

25.2.11

Türban Yasağı Ayıptır!

80 yaşına merdiven dayamış annemin, adalet duygusunu zedeleyenler için sarf ettiği bir söz var: “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz.” Bu, toplumu düzenleyen kurallar bütününe dair pek farkında olmadan yapılan bir saptama. Yurttaşların toplum içinde birarada yaşayabilmesini sağlayan ve zaman içinde dönüşen, her siyasal sistemde farklılaşan temel ilkeler ve bireyleri frenleyen, hukuk, din, ahlak/görgü gibi kural öbekleri var. Hukuk kurallarını diğerlerinden ayıran, arkasında kamu gücü oluşu. Gündemdeki türban yasağını, toplumu organize eden bu kurallara bakarak anlamaya çalışalım.
Öncelikle: Türkiye’de bir konu, bırakın basını, akademide dahi tartışılırken ne yazık ki genel eğilim, her şeye baştan başlamak ve tartışılan insanın tüm bilgiden/kanıdan yoksun olduğunu varsaymaktır. Örneğin “üniversiteye türbanla girilebilmeli” derseniz, size ilk söylenenler “ama o bir siyasal simge” (ki son derece doğaldır) ya da “başları kapatılırken onlara soruluyor mu?” olur. Hal böyleyken, gereksiz/sıkıcı bir hatırlatmayla başlamak gerekiyor: Türban, pek çok siyasal/toplumsal çatışmanın gözönünde bulundurulması gereken bir konu ve bu yazı açısından temel soru, “üniversitelere türbanla girilip girilemeyeceği.”
Kurallardan ilkiyle, dinle başlayalım. Laik hukuk sisteminde yaşadığımız için, bir yasağın dini anlamı bizi ilgilendirmez. Sistem, konuyu kişi ile Allah arasındaki vicdani ilişki alanına bırakıyor. Dolayısıyla hukuk düzenimizin “Allah’tan korkmaz” saptamasına dair söyleyecek bir şeyi yok.

Hukuk nasıl yaklaşıyor?
Üniversitelerde türbanı yasaklayan bir anayasa ya da yasa hükmü yok. O halde nasıl yasaklanabiliyor? Üniversitelerin aldığı kararlarla. Üniversiteler yasak kararını nasıl alabiliyor? Çünkü idare ve yargı (bkz. Danıştay kararları) belli bir tarihten sonra kendisini, zamanında verilmiş iki Anayasa Mahkemesi kararı ile bağlı saydı. Mahkeme, 1989’da YÖK Yasası’nda yapılan bir değişikliği (“Yükseköğretim kurumlarında... dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü ve türbanla kapatılması serbesttir”) laiklik ilkesine aykırı buldu. Laik sistemde, her ne kadar toplumun paydalarından birini oluştursa da hukuk kuralları referansını dinden alamaz. Söz konusu kural dini referans aldığı için, iptal kararı doğruydu. Ardından yasa bir kez daha değiştirildi: “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir.” Dava açıldı ve Mahkeme, malumu ilam niteliğindeki bu ifadeyi doğal olarak iptal etmeyerek, anayasa hukukunda yorumlu ret olarak adlandırılan, tartışmalı bir karar verdi. Dedi ki: Ret kararım, ancak bir önceki karar (1989) gözönünde bulundurulup bu kurumlarda çağdaş görünüme ters düşen dinsel nitelikli kıyafetin serbest olamayacağı şeklinde anlaşılırsa anlamlı olur. Yani Mahkeme, “İptal etmiyorum, ancak sakın türbanın serbest bırakıldığı anlamını da çıkarmayın” demiş oldu. Ardından yargı/idare kendisini bu yorumla bağlı saydı. Üstelik yorumun bağlayıcılığı çok tartışmalıyken. Tabii memnun olanlar kulaklarının üzerine yattı. Aynen, yıllar sonra AİHM tarafından verilecek “Şahin kararı” ardından yaptıkları gibi. Bu kararda AİHM, idari kararla temel hak sınırlaması üzerine başarısız bir yorum yaparak, devletlerin kırmızı çizgileri söz konusu olduğunda, yurttaşın değil devletin yanında görünme eğilimini sürdürdü. Karar sonrasında, “siyasal/toplumsal sorunların mahkeme kararıyla çözülemeyeceğini” kendilerinden öğrendiğimiz kimi hocalarımız “sorun çözüldü!” değerlendirmesini yaparken, bize de “iyi yaşlanmak güç iş” demek düştü. 2008’de AKP’nin türbanı serbest bırakmak için yaptığı anayasa değişiklikleri de yine tartışmalı bir kararla iptal edildi. Karar tartışmalıydı ama değiştirilen iki maddenin türbanı serbest bırakıp bırakmadığı da çok belirsizdi. Çünkü öte yanda, Mahkeme’nin yukarıda söz edilen iki kararı duruyordu. Mahkeme söz konusu kararları hiçbir yasal yasak yokken vermişti. Üstelik çoğu uzman maddelerin iptal edileceğini de “tahmin ediyordu”. Ama bu gerçekler, “hiç olmazsa biraz gerginlik olur, fena mı?” tavrına alıştığımız AKP yönetimine pek bir şey ifade etmemiş olmalı.

Yasak değil ki serbest kalsın
Gelelim diğer kural öbeğine. Yani yaptırımı “kuldan utanmak” olan ahlak/görgü kurallarına, herkesi ilgilendiren “ayıp” meselesine. Tabii bu da kişiden kişiye değişir. Ancak genç bir insanın, özel güvenlik şirketleri zengin olsun diye konulmuş turnikeli kapılarda durdurulup peruk takışını izlemek ve sonra bu öğrenci karşısında, her şey çok doğalmış gibi ders anlatmak riyakârlık değil mi? Bir insanın başının “zorla kapatılmasıyla zorla açılması” arasında ne fark var? Neden birine haklı olarak karşı çıkanlar, diğerini onaylıyor?
Ezcümle: Üniversitelerde türbanı yasaklayan bir düzenleme yok. Yargı kararları da tartışmalı. Haliyle, aklı başında bir tutumla türbanı yasaklamayan üniversiteler de var şu anda. Özendiğimiz ülkelerin üniversitelerinde de böyle bir yasak yok. Bu durumda çözümü, ne yazık ki son derece saçma görünen şu sorunun yanıtında arıyoruz: Yasak olmayan bir giysi nasıl serbest bırakılır?
Yukarıdaki ilkelerin tümünü gözönünde bulundurarak yanıtlamaya çalışırsak: 1. Anayasa değişikliği yapılır ve düzenleme iptal davası ile Anayasa Mahkemesine götürülürse, 2008’deki gibi iptal edilme olasılığı var. 2. Yasal düzenleme yapılır ve birileri (idare ya da yurttaş) yargıya giderse, konu bu kez itiraz yolu ile (davaya bakan mahkeme tarafından) Anayasa Mahkemesi önüne getirilip yasanın aynen 1989’da olduğu gibi iptali söz konusu olabilir. 3. Eğer hiçbir şey yapılmaz (ki en anlamlısı bu) ve “buyurun girin” denirse, birileri dava konusu haline getirip meseleyi yeniden Danıştay’a taşıyabilir. İlk akla gelen olasılıklar bunlar. İşte bu nedenle bazı insanlar ısrarla, “yakıcı siyasal/toplumsal sorunlar mevzuatla çözülmez, bunlar farklı düzeylerin konularıdır!” diyor. Çözüm, toplumu oluşturan bireylerin (ve tabii siyasal partilerin), bu tuhaf yasağın “ayıp” olduğunu düşünmeye başlamasında. Ayıp bulunacak ki kimse türbanı şu ya da bu yolla dava konusu yapmayı aklına dahi getirmesin. Böyle bir toplumsal atmosferin yaratılması için de, “kurullarımıza inceletiyoruz” ile “yollarına gül dökerim” ifadelerinden daha kararlı ve ciddi bir tutumun takınılması, partilerin birbirlerinden daha fazla toplumu ikna edebilmesi gerekiyor.
Ben Mülkiye’de yurttaş hakları anlatır, eşitlik ve özgürlüğün değerinden söz ederken derse perukla giren gençlerden utanıyorum ve utanabiliyor olmak iyidir.

MURAT SEVİNÇ: Ankara Üni., SBF

25.12.10

Mucize (Ahmet Altan)

Bütün canlılar içlerinde bir program taşıyorlar.

Ve, o programla çoğalıyorlar.

Düşünsenize, bir damla erkek spermi minicik bir dişi yumurtasıyla buluşuyor, bütünleşiyor ve yumurtadaki programla, spermdeki program birlikte çalışmaya başlıyor.

Yeni bir canlı oluşuyor.

Beyni, akciğerleri, kalbi, midesi, pankreası, dalağı, kan damarları, elleri, kolları, ayakları, parmakları şekilleniyor.

Birkaç istisna dışında bütün insanlarda bu organlar hep aynı yerde.

Kılcal damarlar hep aynı yerlerden geçiyor.

Damarlarda dolaşan kanın miktarı, yapısı herkeste aynı.

Ama tanrı, iki damladan bir canlı inşa etme mucizesiyle yetinmiyor.

Hepsinin kılcal damarlarının dağılımı, karaciğerinin işlemesi birbirine benziyor ama hepsinin bir başka “ruhu”, bir başka zihni, bir başka karakteri oluyor.

Bedensel faaliyetleri nerdeyse tıpatıp aynı ama gene de tümüyle birbirinden farklı milyarlarca insan çıkıyor ortaya.

Tanrı, bununla da yetinmiyor.

Bütün bu insanlara birbirinden farklı parmak izleri veriyor.

Altı milyar birbirine benzemeyen parmak izi yapıyor.

Parmağınızın ucuna bakın, o küçücük yerde altı milyar farklı şekil yaratmanın ne demek olduğunu düşünmek bile, bir insanın nasıl mucizevî bir yaratık olduğunu anlamaya yeter.

Bu mucize binlerce yıldanberi tekrarlanıyor.

O kadar çok tekrarlanıyor ki biz bir “mucize” ile karşı karşıya olduğumuzu unutuyoruz.

Mucize, sıradanlaşıyor bizim gözümüzde.

Kıymetini bilmez hale geliyoruz.

Tanrı mucizelerini yaratıyor ve biz büyük bir nankörlükle o mucizeleri yok ediyoruz.

Aslında, gelişmişlik ve ilkellik, tanrının mucizesine gösterilen özende billurlaşıyor.

İnsan denen mucizenin kıymetini bilmek, gelişmişliğin en önemli işareti.

İlkellik ise, o mucizenin değerini anlamamak ve insanlara hor davranmakla gösteriyor kendini.

Bu açıdan baktığımızda, Şili’deki 33 madenciyi yedi yüz metre toprak altından kurtarmak, herhalde insanlık tarihinin en büyük “ibadetlerinden” biri.

Tanrının yarattığına gösterilen bu özen, onun mucizesine gösterilen bu saygı, insan canını kurtarmak için sarf edilen bu emek, sadece bir gelişmişliğin, insan değeri bilmenin değil, o insanları yaratan “kudrete” duyulan saygının da en büyük göstergesi.

Bilmiyorum dindarlar ne düşünür, ne der ama hangi ibadet, hangi ayin, tanrının yüceliğine, yaratıcılığına, kudretine, eserlerine daha fazla saygı gösterebilir, onu daha fazla memnun edebilir?

Bir de tersini düşünün.

İnsan canına değer vermemeyi düşünün.

İnsanlarınızın yeraltında kalmasına, binlerce ton toprağın altında ezilip yok olmasına, o mucizenin parçalanmasına göz yummayı düşünün.

Bundan daha büyük bir günah olabilir mi?

Böyle baktığınızda, Şili’de kutsal bir ibadetle insanlar kurtarılırken, en büyük günahlar bizim topraklarımızda işleniyor.

Ölmemesi mümkünken sadece aldırmazlık yüzünden ölen her insanla birlikte hepimiz büyük bir günaha girmiş, bir mucizeye ihanet etmiş olmuyor muyuz?

Tanrı, kâinatı tasarlayan, onun içindeki mucizeleri şekillendiren büyük ve eşsiz bir sanatçı gibi gözükür bana.

Her gün gidip o “sanatçının” önünde eğilen, onu selamlayan, ona hürmet eden ama onun eserlerine kabaca, barbarca, aldırmazca davranan, onun mucizelerini hiçe sayan insanlar düşünün.

O “sanatçı”, mucizelerine kötü davrananları sever miydi?

Sadece “kendisine” değil “eserlerine” de saygı gösterilmesini beklemez miydi?

Dindarlar cehaletimi bağışlasınlar ama ben, dinin, sadece tanrıya değil, onun eserlerine de saygı gösterilmesi anlamına geldiğine inanıyorum.

Bir insanın canını kaybetmesine göz yummak da değil sadece, o insanın mutluluğuna engel olmak, onun haklı isteklerini yok saymak, onu acılara ve kederlere terk etmek de bana büyük bir günah gibi gözüküyor.

Her insan tanrının bir eseriyse, onun bir mucizesiyse eğer, o esere saygısızlık etmek tanrıya da saygısızlık etmek anlamına gelmez mi?

Şili’de büyük bir ibadetin gerçekleştiğine inanıyorum.

Ne yazık ki kendi ülkemde büyük günahların işlendiğini düşünüyorum.

Ve, Tanrı, cehennemini, kendisinden ziyade eserlerine hürmetsizlik edenler için yapmıştır sanıyorum.

14.10.2010

24.2.10

Hatasız Kul Olmaz

Elektro bağlamanın bas gitar desteğiyle jazz-rock tadında yaptığı açışa, akustik bağlama ve davul 2/4'lük Ankara oyun havası ritmiyle eşlik eder. Ardından gelen obuanın jazz solosu melodiyi verir. Alt yapıda darbuka ritimlerine sürekli önde akustik bağlama arkada bas gitar eşlik ederken, geçişlerde yaylılar duyguyu ayarlar. İkinci bölümde trompet jazz solosuna, geçişlerde akustik bağlama yol gösterir. Yaylıların bölümün sonunda yukarı taşıdığı entonasyonu elektro-gitar jazz ezgileriyle geri çevirir. Esere sürekli eşlik eden kostak ritmi sözlere geçişi sağlar. Akustik bağlama ve bas gitar eşliğinde Orhan Gencebay söze girer:
HATASIZ KUL OLMAZ geçişler akustik bağlamayla sağlanır. Kostak ritim sürekli destek halindedir. HATAMLA geçişte bağlamaya yaylılar eklenir. SEV BENİ...DERMANSIZ... DERT OLMAZ... DERMANA... SAL BENİ...KAYBETTİM ritm veren bağlama ve vurmalılara eşlik eden bas gitar haricinde melodiyi insan sesi yönlendirir.KENDİMİ... NE OLUR... BUL BENİ..YORULDUM... HALİM YOK... SEN GEL DE... AL BENİ...Bölüm sonunda yaylılar melodiyi tize taşır. Trompet öncülüğünde bağlamaya Orhan Gencebay eşlik eder: FERYADA... GÜCÜM YOK... FERYATSIZ... DUY BENİ..SEVENLERİN... AŞKINA... NE OLUR... SEV BENİ...SEV BENİ.. Trompetlerle en tiz seviyeye ulaşan melodiyi elektro bağlama, mükemmel jazz solosuyla önce yukardan aşağı sonra da aşağıdan yukarı toparlayıp bateri atağıyla introdaki yapıya bağlar. Ezgi tam toparlanmışken solist tekrar söze girer BU FERYAT... BU HASRET geçişler bağlama ve trompetle sağlanır. ÖLDÜRÜR AŞK BENİ..UZAKTAN OLSA DA.. RAZIYIM... SEV BENİ..geçişlerde artık yaylılar hüküm sürer..RAZIYIM... SEV BENİ...Eserin en başından beri gelen kostak ritmi burada, üstadı elektro bağlamaya yer açar. Elektro-bağlama önce bir bozlak solo girer, ne olduğunu anlamadan jazz ezgisiyle buluşur. Biraz uzun hava biraz jazz derken bateri elektro bağlamanın solosuna noktayı koyar. ÜMİTSİZ... YAŞANMAZ... SEVMEMEK geçişlerde artık yaylılar iyice ön plandadır. ELDE Mİ???CAN DEMEK... SEN DEMEK... GEL DE GÖR... BENDE Mİ?? SÖZÜNDE... SİTEM VAR... KALPTE Mİ... DİLDE Mİ?? TEZ ELDEN... HABER VER... O GÖNLÜN... ELDE Mİ? Yaylılar yine melodiyi trompete teslim eder. FERYADA GÜCÜM YOK. FERYATSIZ DUY BENİ..KAYBETTİM KENDİMİ,, NE OLUR BUL BENİ..SEV BENİ..Eser elektro-bağlmanın jazz-rock solosuyla sona erer.

17.2.10

Başörtüsü

Ne anlamı var, ne zarafeti var, ne zekâsı var, tümüyle anlamsız, kaba, zekâdan yoksun bir yasak.

Askerî hastanelere başörtüsünü “türban” biçiminde bağlayan kadınları almıyorlarmış.

...

2.12.09

Üç Ayak

Aslında oyun çok basitti.

Sistemi “üç ayak” üstüne kurmuşlardı.

Ordu, yargı, medya.

Ve, bunlar gerçekle hiç alakası olmayan bir Türkiye tablosu çizip insanları buna inandırmaya çalışıyorlardı.

28.11.09

Biri bunu bana izah etsin!

Hukuk, kanun, içtihad, yargı kararı, şu bu... Bunlara aklım ermez. Hukukçu değilim. Anayasadan çakmam. Yasaların neye istinat ettiğini bilmem...

Bildiğim şudur:

Danıştay, “1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun ilgili maddeleri gereği yükseköğretim kurumlarına ortaöğretim kurumlarını bitirenlerin nasıl gireceği Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapılarak Yükseköğretim Kurulu tarafından saptanır” demiş mi?

Demiş.